Hayat yolunda

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
8 Mayıs 2019 Çarşamba

Zaman diye bir şey yokmuş aslında.

Tanrı’nın dünyasında zaman dediğimiz süreç, hep aynı…

Hava, su, ateş, toprak aynı…

Adına saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl, asır değimiz süreler uydurmaca…

Değişen sadece insanlar, gelişen teknolojiyle farklılaşan hayatlar…

Bize değişiyor gibi geliyor ama aslında aynı.

Doğduğunuz evi düşünün, penceresinden gördüklerinizi, komşularınızı, bahçesinde açan çiçekleri…

Ada’yı mesela, sabahlarını, akşam vapurlarını, dondurmacıyı, pastaneyi, damla sakızlı lokumlarını, faytonlarını… Ne kadarı değişti? Mimari düzen belki, sokak taşları belki ama hava aynı… Sizin içinizde uyanan coşku, özlem, tatlı duygular aynı.

Değişim diye bir şey yok dünyada. Değişen, farklılaşan ve bunu hayata mal eden biziz.

Tuhaf bir kandırmaca bu yaşanan…

Bir şey geliştikçe zamanın bize kim bilir ne oyunlar oynayacağı konusunda komplo teorileri uydurup duyuyoruz kendimize.

Hâlbuki bu kandırmaca bence taş devrinde bile vardı. İlk çağda da, orta’sında, yeni’sinde, yakın’ında da vardı. Yine var olacak. İnsanın ‘gelecek’ değdiği bilinmezden umutları var çünkü korkuları kadar.

Bilmediği ne varsa bildiklerinden yola çıkarak tahminlerde bulunup avutacak kendini.

Hâlbuki o bir yolcu.

Bu handa biraz konaklayıp gidecek.

Ve benim tahminime göre aynı hana başka bir kimlikle bir daha gelecek. Nasıl bir kimlikle geleceği, nasıl bir geleceğe sahip olacağını da önceki hayatında yaptıklarıyla kendisi hak edecek.

Bundan habersiz, yaşadığından habersiz, yaşayacağından habersiz; tuhaf bir belirsizlik içinde tahminlerde bulunarak, dualar ederek, zamanı sayıp yaş günlerini alkışlayarak kim bilir kaç kere yaşayacak bu zamansızlık içinde?

Acayip değil mi?

Şimdi nereden çıktı bu felsefi yaklaşım, diyebilirsiniz bana.

Yaşım ilerledikçe saydığım bu ayrıntıların hiç değişmediğini ama sevdiğim kim varsa onların yaşlandığını hastalandığını ya da aramızdan ayrıldığını görüyorum.

Ama hayat, bizimle dalga geçer gibi aynı.

Aynaya bakıyorum, beş yıl ya da on yıl öncesinden farklı, gördüğüm kadın.

Daha mı çirkin, daha mı iyi, daha mı güzel bilmiyorum; görünüşü farklı ama bana aynı.

Bu nasıl bir kandırmacadır?

Bu sebeple mi yaşlılar aslında hiç yaşlanmaz?

Bu sebeple mi ruh yaşlanmaz, denir hep?

İçimizde taşıdığımız o soyut değeri her seferinde başka bir sınav için dünyaya taşıdığımızda bu sebeple midir içimizdeki aynı kişiye hep aynı şekilde değer vermek?

Ben bunları, çok sevdiğim biri, zaman kavramını zaman zaman kaybediyor olduğu için bugünlerde düşünmeye başladım.

Zaman diye bir şey var mı ki o zaman, diye düşündüm. Madem unutulmaya bile mahkûm, var mı gerçekten?

İyiyse bir insan, zaman sahip olsa da olmasa da iyiydi işte!

Adilse, yine adildi.

Tutarlıysa yine tutarlı. Güler yüzlü ise yine aynı. Kızdığı şeylere kızma biçimi, sevdiği insanları sevme hali, hayattaki duruşu nasılsa aynı. Sadece zaman denilen kavramı kaybediyordu bazen. Belki de o sıralama bizimkine uymadığı için, biz ona hasta oldu diyerek üzülüyorduk.

Aslında bilmiyorduk.

Mevlana’nın dediği gibi, kim bilebilirdi ki hayatın altının üstünden daha güzel olmadığını?

Belki de zamanı kaybettiğini düşündüğümüz insan, kendi zamanının içinde, bizimkinden daha mutlu, daha rahat, daha umutludur. Bu hayatın saçma sapan dertlerini bir tarafa bıraktığı için, düşünmek istediklerini düşünüyor, hatırlamak istediklerini hatırlıyor, sevmek istediklerini seviyor ve anlamak istediklerini anlıyordur.

Belki de bu gönüllü bir anlaşmadır Tanrı’yla…

Nereden bilebiliriz ki?

Hayatı çok yoğun yaşamak yorduysa ve ondan ayrılmak da istememişse belki de içinden seçtikleriyle yürümeyi tercih etmiştir, kim bilir?

Üzülmeyi ve tahmin etmeyi biraz olsun bir tarafa bırakıp; düşünmeyi ve bekli demeyi seçince asıl kandırmacanın bize ait olduğunu düşündüm bugün.

Hayatı unuttuğunu zannettiklerimiz aslında bizden çok daha akıllı…

Biz zannetmeye devam edelim.

Onlar belki de zannı bir tarafa bırakıp an’ı yaşıyorlardır belki de…

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün