İsrail’in Yaşar Kemal’i barışı göremeden gitti…

“Değişimin peşinde olan insan, değişemeyen ve değişimden ölümüne korkan, onu anlamayan ve ondan nefret edenler tarafından her zaman hain olarak görülecektir.”

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
3 Ocak 2019 Perşembe

“Değişimin peşinde olan insan, değişemeyen ve değişimden ölümüne korkan, onu anlamayan ve ondan nefret edenler tarafından her zaman hain olarak görülecektir.”

Amos Oz…70 senelik İsrail’in tartışmasız en büyük, en önemli ve ülkesinin vicdanı edebiyatçısı olarak ölüme yenilip sonsuzluğa doğru uçtu.

Ondan geriye kalan ise birbirinden ayrıksı, savaş yılları çocukluğu ile Kudüs’ün farklı insanlarının savaşlar arası varoluş mücadelesini anlatan tam 19 roman ve her biri zamanının ruhunu en derin, en yetkin çizgileriyle veren yığınla makale ve röportajlar oldu.

9 yaşında İsrail Devleti’nin kuruluş sancılarını birebir Kudüs’te yaşayan, 12 yaşında annesinin intiharıyla babasıyla yalnız kalıp iki sene sonra hayatının en radikal seçimini yapan biri olarak hikâyesine başlayan bir genç çocuk olacaktı Amos. Annesinin intiharı karşısında hem ona, hem babasına kızıp hayatını değiştirmeye karar verecek, babası ne ise, onun tersi istikametinde hayat yolunun haritasını çizecek ve 14 yaşında o dönemde ülkeye hakim olan sosyalist kibutzlardan birine yerleşecek, adeta geçmişini unutmak istercesine soyadını bile değiştirecek ve ‘Klausner’i İbranicede ‘cesaret’ anlamına da gelen ‘Oz’ soyadıyla değiştirerek yeni hayatına adım atacaktı.

Hayat metamorfozuna şu sözleriyle başlayacaktı: “Babamı ve Kudüs’ün tamamını ‘öldürerek’, ismimi de değiştirerek enkaz halindeki Hulda Kibutzuna gidiyorum.’’

Amos’un 14 yıllık yaşamının anılarını terk edip yepyeni bir hayata başlaması onu, yetiştiği muhafazakâr/sağcı Siyonist iklimden tamamen uzaklaştırıp aksi yöne götürecekti.

Bir yandan kibbutzda tarımla ilgilenirken diğer taraftan sonradan çok ünlenecek olan romanlarının taslaklarını yazacaktı.

Oz, 1967 ve 1973 savaşlarına katıldıktan sonra İsrail – Filistin meselesinde farklı düşünmeye başlayacak ve bugün bile hâlâ çözümden çok uzaktaki soruna atfen, yıllar sonra şöyle diyecekti:

“Trajediler iki şekilde sonuçlanır. Ya ‘Shakespeare’vari ya da ‘Anton Chekhov’vari. Shakespeare trajedisinde sahne, en sonda ölüler ile doludur. Chekhov’da ise, herkes mutsuzdur, hayal kırıklığına uğramış ve melankoliktir, fakat hayattadırlar. Ben Chekhov türünü istiyorum. Zira, İsrail- Filistin sorunu haklı olanla haklı olanın bir kavgasıdır.”

1970’de kimi arkadaşlarıyla ‘Şimdi Barış’ örgütünü kuracak ve giderek tek çözümün o günlerde bahsi bile geçmeyen ‘iki ayrı devlet’ şeklinde olması gerektiğini söyleyecekti, şu sözleriyle: “Bu bina hepimizi aynı anda yaşatamıyor. Artık bunu iki ayrı binaya bölmenin zamanı geldi…”

Yitshak Rabin’in öldürülmesi, sonrasında ise 2. İntifada’nın yayılması ile beraber, 2000’li yılların başında İsrail’in kurucu ögesi olan sol’un zayıflaması, İsrail’de tarihi dönüşüm yaşatacak, İsrail sağının hiç hazır olmadığı iki devletli çözüm önerisi karşısında Amos çok sert eleştirilecek ve giderek aşırı sağ tarafından ‘vatan haini’ olarak gösterilecekti. Amos Oz bu suçlama karşısında ise, “Bazen vatan hainliği onur madalyası gibidir. Ben de gerek Yahudilerin tarihinde gerekse de dünya tarihinde ‘hainlikle’ suçlanan ünlülerin arasına girmekten memnun oldum. Tarih, yaşadıkları zamanın ilerisinde olan ve çağdaşları tarafından şu veya buna ihanetle suçlanan kadınlar ve erkeklerle dolu” diyerek aşırı sağcıları karşısına almaya devam edecekti.

II. Dünya Savaşı öncesinde dünyadaki bütün Yahudilere atfen, “Filistin’e defolun” denirken, bu kez İsrail duvarlarında, “Filistin’den defolun” sözleri Yahudilerin vatan sorunsalına en gerçekçi gönderme yapıyordu, Amos Oz’a göre. Amos, barışın peşinde koşmasına rağmen kendisini öldürecek birine karşı savaşmayı meşru görürken Arapların uğradığı mağduriyeti de tüm çıplaklığıyla sorguluyor ve çözümü kesinlikle iki ayrı devletin kurulmasında buluyordu.

Bu siyasi duruş, romanlarının karakterlerine de yansıyacak, ona göre ‘yolunu kaybetmeye’ başlayan ülkesini ve insanlarını tasvir etme yoluna gidecekti. “Eserim, trajedi değil ama mutsuz ailelerin komedisidir” diyecek, doğruya ulaşma arayışının vicdanı olacaktı.

Amos Oz, İsrail’in karakterinin sadece Yahudi dini ve milliyetçiliğiyle vücut bulmasına karşı çıkacak, bunlara hümanist Yahudi kültürünün de eklenmesi gerektiğini de söyleyerek bir anlamda günümüzdeki İsrail’de ağırlığı iyiden iyiye görünmeye başlayan dindar/muhafazakâr milliyetçi kültürel hegemonyasına da karşı çıkmış olacaktı.

Bununla alakalı olarak, 1995’te geldiği İstanbul’da yaptığı konuşmada şöyle diyecekti:

“Yahudiliğin özünde hep kuşkucu, sorgulamacı, benliğini, kimliğini, ruhunun özünü aramak üzerine kurulu bir leitmotif vardır. Ve Yahudi uygarlığının temelinde de bu yatar.

Birçok Yahudi, bu tartışma ve farklılıklardan rahatsızlık duymakta ve neden bir türlü tek vücut olamadığımızı sorgulamaktadır. Tabii ki birleşemeyiz. Çünkü tek vücut altında birleşmek bizim geleneğimizde yoktur. Biz, tarih boyunca hiçbir zaman tam anlamıyla birlik olmadık. Ama bu bizim gücümüzdür.”

Amos Oz, kuşkusuz İsrail’in ve giderek dünya Yahudilerinin önde gelen bir karakteri olarak sonsuzluğa uçmuş durumda.

İsrail’in kuruluşundan annesinin intiharına, liberal siyonizm idealinden hayal kırıklığına ve nihayetinde kırık kalbe giden yollarda hayata ve insanlığa dair bir anlam arayışında bulundu. Çok büyük edebi eserler de bıraktı dünyaya.

Yaşamı savundu, ülkesini savundu ama ülkesinin mağdur ettiğini iddia ettiği insanları da savundu…

Güzel insanlar da yitip gider bu ölümlü dünyada.

Amos Oz’dan geriye ise, hakikat arayışının yılmaz savunucusunun koskoca güzel vicdanı kaldı.

Bizlere de, bu vicdanın peşinden gitmek…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün