Hak edersen dayağı yersin!

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
28 Kasım 2018 Çarşamba

Karşıt cinsler arasındaki sosyal ilişkinin kontrol altında tutulduğu Osmanlı toplumunda kadın ve erkeğe iki farklı dünya sunulmuştu. Erkeğinki kamusal, kadınınki özel ve mahremdi. Kadın içerinin, erkek dışarının insanıydı. Dünyada başka bir dilde var mı bilmiyorum ama Türkçede ‘ev kızı’ diye bir sözcük var. ‘Ev kadını’nın bir boyut öncesi gibi. Malum genç kızken ailenizle, evlendikten sonra eşinizle aynı hayatı paylaşırken tüm bunlara bir isim verilmesi gerekiyor. Türkçede başka sözcükler de var mesela ‘ev’ ile bağdaşan: ‘ev halısı’, ‘ev kedisi’, ‘ev erkeği’, ‘ev terliği’… Say say bitmez… Tabii bu türden yaklaşımlar tüm toplumlarda olabilir de bizdeki şiddet halleri de adeta insanın kanını donduracak nitelikte. Bianet’in Erkek Şiddeti Çetelesi’nin medya takibiyle belirlediği verilere göre 2018 yılının ilk on ayında en az 203 kadın, erkek şiddeti sonucu yaşamını yitirdi. Türkiye’de kadınların en az üçte birinin fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kaldığı belirtilen araştırma kadınların sadece yüzde 11’inin bunu resmi kurumlara bildirdiğini gösteriyor. Üstelik bu sayılar sadece evli kadınlar için geçerli. Dolayısıyla, şiddete maruz kalan kadınların resmi sayılardan çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Osmanlı’da da Şeriye kayıtlarında rastladığımız dayak vakaları Osmanlı toplumunda kadına uygulanan şiddetin tamamını içermemektedir. Çünkü kadınların bir suç işledikleri için dayak yedikleri ve şiddete maruz kaldıkları düşünülmektedir. Zihniyet dünyası böyle olunca işiniz oldukça zorlaşıyor tabii.

İzlediğim bir programda ise mesela ‘kuma’ konusu işleniyordu. Ve program yapımcısı hanım ki kendisi belli ki şehirde doğup büyümüş bir hanım; yüzünden ve mimiklerinden çok net görülebildiği için yazıyorum, kuma konusunu anlamakta güçlük çekiyor ve nasıl kabullenilebileceği konusunda adeta somut bir haklılık bulmaya çalışıyordu. Tabi çok izlenen, yüksek hedefli bir kanalda bu mimikler çok da yakışmadı çünkü toplumun bir bölümünde yaşanan bu durumu anlamak için alim olmaya gerek yok. Şiddetin bir de bu türü var. Psikolojik şiddet…

Bütün bu güncel rezillikler bir yana Osmanlı dedelerimiz ve büyükannelerimiz şiddet karşısında ne yaparlardı acaba? Bugün yaşanan ve adeta bir ‘cadı avına’ benzettiğim bu acıların Osmanlı arşiv kayıtlarındaki örneklerinde sizleri biraz gezindirmek istiyorum.

Kadınların dövülmesiyle ilgili az sayıdaki belgelerde, ‘kocalar’ mahkeme tarafından haklı görülmemiş, tekrar şiddete başvurmayacağına dair kefil göstermek suretiyle onlardan güvence alınmış veya olayı inkâr edipte yemin etmeyenlere ta’zir cezası yani karısıyla görüşmesi yasaklanmış olma cezası verilmiştir. Ama mesela kadın kocası tarafından öldürülmüşse mahkeme tutanaklarına kayıt edilmiştir. Çünkü ölümün cezası diyet veya kısas olarak belirlendiğinden kayıtlara geçirilmeliydi. 1844-48 yıllarında Harput’a bağlı Pertek kazasından Şerife bint-i Mehmed yani Mehmed kızı Şerife ve Tahir evlendikten sonra; Tahir, Şerife’nin kendi evine gelmesini ister. Şerife bunu kabul etmeyince Tahir karısını Fırat Nehrine atarak boğar. Bunun üzerine Şerife’nin varisleri Tahir’den diyet parası olarak beş bin dirhem para ister. Mahkeme sonucunda bu para kendilerine ödenir. Tahir de tutuklanır. Çorum kazasında Çanakçı karyesinden yani köyünden Süleyman kızı Emine’nin kocası Hasan oğlu İbrahim tarafından darp edilerek yani dövülerek öldürülmesi üzerine Emine’nin babası Süleyman tarafından kan bedeli için dava açılmıştır. Öldürülen kızın babası ifadesinde, “İbrahim benim hıntamı ahara bey istihlak ediyorsun diyerek gazaplanmış ve Emine’yi Bağocağı adlı mahalde iterek oluk üzerine düşürmüş ve tekme ile bi gayr-ı hakk darb etmiş, kaçan Emine evine girmiş ve İbrahim arkasından gelerek büyük demir maşa ile kafasına ve arkasına darb etmiş, balta ile katl edeceği sırada komşuları yetişerek onu kurtarmış fakat bu yara bereden dolayı Emine 15 gün sonra ölmüştür.”1 Taraflar arasında 500 kuruş üzerine kan bedeli olarak anlaşma sağlanmıştır. Kocası tarafından haksız yere dayak yiyen kadın ilk kez mahkemeye müracaat ettiğinde kocasına bir daha dövmemesi için tenbih ediliyor, ikinci defa dövmesi durumunda karısının kendisinden boşanması üzerine yemin ettiriliyor, üçüncü defa dövdüğünde daha önce mahkemede etmiş olduğu yemine istinaden kadı eşler arasındaki boşanmayı gerçekleşiyordu.

1850’de Alaeddin Paşazade Celal Bey ile eşi Safiye Hanım arasında geçen karmaşık olayda Osmanlı Arşivinden edinilen belgelerde, Celal Bey’in karısına fiziksel ve psikolojik şiddet uyguladığı, hatta karısını öldürtmek istediği anlaşılır. Alaeddin Paşazade Celal Bey 12 yıldan beri evli olduğu karısını eve hapsetmiş. Bir fırsattan istifade komşuya kaçan ve akrabalarına sığınan karısını boşamamakta ve nafaka vermemekte ısrar edince Tokat’a sürülür. Olayla ilgili olarak, karısına haksız yere şiddet uygulayan kocanın boşanmaya zorlanmasının caiz olup olmadığı sorusu üzerine Fetvahaneden verilen cevapta, karısına “haksız yere” şiddet uygulayan kocayı boşanmaya zorlamaya imkân sağlayan açık bir kural bulunmadığı; ancak kocaya hapis benzeri bir tazir cezası verilebileceği söylenir. Celal Bey’in karısını boşamamaktaki ısrarı üzerine bu sefer de Bolu’ya sürülmesine karar verilir. Sivas’ta kalırsa kocasının kendisini öldürtebileceğini belirten kadın, can güvenliği için boşanmasının ve İstanbul’a gitmesinin sağlanmasını istemiştir. Celal Bey’in, karısını öldürmeleri için parayla adam tuttuğuna ilişkin tanık beyanları ve yakalanan adamların ifadeleri üzerine bu defa Celal Bey’in Niş’e sürülmesi; kadını öldürmeye teşebbüs eden adamlara da fiillerinin ağırlığına göre 2 ilâ 7 yıl arasında kürek cezası verilmesi karar verilir. Ancak daha sonra kadın tarafında yer alanların yalan ifadeler verdikleri anlaşılınca bu sefer de kadın İstanbul’a, Celal Bey ise Sivas’a geri gönderilir.

Ezcümle, aile olmak, aile kurmak, kadın olmak, erkek olmak her devrin meselesidir. Verdiğim halk ve üst tabaka örneklerinden de görülebildiği gibi hemen her mahallenin, her devrin sorunudur. Kadının ve erkeğin bir arada olduğu hemen her ortamda karışıklık, anlaşmazlık olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bir gün bütün bu çağdışı ‘cadı avının’ bitmesi en büyük dileğimdir…

1 H. SELÇUK / Karatekin Edebiyat Fakültesi Dergisi (KAREFAD) 1(1): 109-126

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün