Hattı şefkat yoktur; sathı şefkat vardır

Dalia MAYA Köşe Yazısı
30 Mart 2016 Çarşamba

“İnanacaksan, illa inanacaksan huzura ve barışa inan” demişim bir seferinde. Geçtiğimiz günlerde bir ödevi için benimle röportaja gelen Radyo Televizyon Programcılığı öğrencisi Melis hatırlattı. İçinde olduğumuz bu günlerde bunu tekrar hatırlamak gerekliydi gerçekten.

***

Neyi kaçırıyoruz bizler?

İnsan evladı var oluşundan beri bütünün hayrına bir şeyleri yok saydı. Tarım devriminden bugüne, hâlâ aynı şekilde, hayatımızı kolaylaştıracağını düşünerek attığımız her adım, her evcilleştirme, her gelişme, her teknolojik keşif bir şeyleri kolaylaştırırken bir anlamda daha zor bir hayat sürdürmemize neden oldu. En yakın örneklerinden biri cep telefonu. Dünyanın bir ucundan bir ucuna sesimizi, sözümüzü, mesajımızı iletmemize ve anında cevap almamızı sağlayan bir araç. Bir lüks değil bir şart bugün artık. Tıpkı çamaşır makinelerimiz gibi, tıpkı bulaşık makinelerimiz, arabalarımız gibi. Daha rahat bir yaşam sürebilmek adına yaşamlarımızı çevrelediğimiz binlerce araç. Ve her birini temin edebilmek, her geçen sene bir üst modelini ve daha iyisini satın alabilmek için daha çok çalışma ihtiyacı.

Evet, her biri için daha çok çalışmalıydı insan evladı. Daha çok birleşmeli, önce topluma dönüşmeli, sonra toplumu ülkeye dönüştürmeliydi. Ülkenin güvenliğini de sağlamalıydı bu arada. Bütünün güvenliğini sağlamak bireylerin işiydi. Bireyler bütünün yaşaması için silahlanmalıydı. Silahlanırken ben, sen de silahlanıyordun. Üstelik ülkenin belli topraklarda varoluşunu idame etmek için bireyler göz ardı edilebilirdi. Neydi ki bireyler? Neydi ki sivil vatandaş?

Sıra geride kalanları toplamaya geldiğinde ise kimi için daha değerli, daha şaşalı bir tören düzenleniyordu. Kimi ise umurunda bile değildi bütünün... Sadece toprağa dönüşecek, özüne dönecek bir beden!

Öyle miydi gerçekten? Öyle mi olmalıydı?

Kendi üzerlerimize yapıştırdığımız bunca etiket miydi bizi biz yapan? Anne, çocuk, iş insanı, sinema yapımcısı, yazar, aşçı, savaşçı... Vatandaş, millet miydik? Yoksa insan mıydık önce?

Yoksa tüm bu düşünceleri yaratan bir algı mıydık önce? Sahi ya neydi tam olarak insan olmak? Neydi yola çıkarken amaç? Daha iyi bir hayat değil miydi? Daha huzurlu? Daha rahat?

Daha “insanca” yaşamak değil miydi? Bölünmek ve bölündükçe savaşmak mıydı amaç? Birleşmek ve birleştikçe sevgi ve şefkatle yaşamak değil miydi yoksa yolun ta en başında hedeflenen?

Peki, neden o zaman bu kadar şiddet? Neden kendini koruma ihtiyacı? Ve neden kendini korumak yerine ötekini öldürmek? Kendini patlatmak ve kendi ile birlikte birçoklarını? Neden bunca nefret kendinden ve tüm insan kardeşlerinden? Neden şiddet?

Mümkün değil mi başka bir dünya? Şiddetten arındığımız, sevgiyi ve şefkati baş tacı ettiğimiz bir dünya çok mu naif bir istek? Yok mu bu çıkmaz yolun geri dönüşü? Tüm gerçek sandığımız kurguların yıkıldığı, tüm ben sandığımız etiketlerin silinip yok olduğu, gerçek insanın açığa çıktığı bir dünya mümkün değil mi gerçekten?

Sevgiyi ve şefkati şiddetin tam karşısında sımsıkı sarılmış, sarmaş dolaş bir aşk haline dönüştürmek mümkün değil mi gerçekten?

***

“Gerçek bizim hakikat olarak aldığımızdır. / Bizim hakikat olarak aldığımız bizim inandığımızdır. / İnandıklarımız bizim algılarımıza dayanır. / Algıladıklarımız bizim aradıklarımıza dayanır. / Bizim aradıklarımız bizim düşündüklerimize bağlıdır. / Ne düşündüğümüz ne algıladığımıza bağlıdır. / Ne algıladığımız neye inandığımızı belirler. / Neye inandığımız neyi hakikat olarak aldığımızı belirler. / Neyi hakikat olarak aldığımız bizim gerçeğimizdir.” 
Belki de ünlü fizikçi David Bohm’un bu sözlerini tekrar tekrar okuyup düşünmeli. Bireylerin gerçek dediği şiddet kökenli yaşam şekli insanoğlunun varoluş gerçeği mi? Yoksa yüzbinlerce yıldır kendi kendimize kurgulayıp yine kendimize empoze ettiğimiz yaratılmış gerçeğimiz mi? Şiddeti bertaraf etmek ve dünya üzerinde bir sevgi ve şefkat cenneti kurmak hala çok mu uzak bir gerçek?

***

Paris, Ankara, İstanbul, Sur... Brüksel... Son olarak Lahor’da bir lunapark ve kim bilir daha nereleri... Saymakla bitmiyor. Oysa hepsi aynı dünya toprağı. Her biri aynı insan evladı. Ulu önder Atatürk’ün yıllar önce vatan toprağı için söylediği söz, şimdilerde dünya toprağı için söylenmeli. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.”

Yaşam için; sevgi ve şefkat için; tüm dünyayı şefkatle sarmalanarak müdafaa edilecek bir satıh olarak görmedikçe... Acılar taze, yürekler kanamalı, canlar yitik. Her birimiz sevgi ve şefkat adına çaba sarf etmedikçe, o cennet hâlâ çok uzak bir gerçek bize.