Atatürk’ü anmak demek

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
11 Kasım 2015 Çarşamba

Yeniden kim olduğunu hatırlamak, yeniden çocukluğa dönmek, yeniden kasım ayının ne anlama geldiğini düşünmek demek… Atatürk’ü anmak, yeniden düşünmek, içleri yeniden rahatlatmak demek… Ya yolda olmalı insan o anda, ya okulda… Evde olmayı hiç sevmem 10 Kasımlarda. Sanki yanlış yerdeymişim gibi hissederim. Okuldaysam hep törende oldum. Öğrenciyken mutlaka şiir okur ya da konuşma yapardım. Ara vermeden öğretmen olunca bu sefer ya sahnede ya sahne gerisinde oldum. Bir şekilde içindeyim 10 Kasım törenlerinin.

Anıtkabir’e canlı bağlanmak, o sireni yerinden duymak, Anıtkabir’in başları saygıyla yere eğen, her yaş ve konumdan insanı birkaç dakika da olsa aynı sebeple düşündüren, nerede olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, bunun için hangi bedelleri ödediğimizi; hepimize, herkese yeniden hatırlatan o kısacık ama çok uzun bir iki dakikadır asıl olan…

10 Kasımlarda ben küçükken gözyaşı ve yas hâkimdi. Hem severdim içinde Atatürk var diye hem sıkılırdım ona yalnızca ölümün soğuk tarafından bakıyor olduğumuz için. Sanki yeni ölmüş gibi içim daralır, nefesim tıkanırdı. Şiir okurken bir defasında ağladığımı bile hatırlıyorum. O kadar içimizde ve farklı bir yastı o zamanlar bu ölüm…

Şimdi, yaşım ilerlediği için ölümü daha tabii karşılamaktan olsa gerek saygıyla kabul ediyorum onun fiziksel yokluğunu… Ama manevi varlığını bu kadar somut biçimde hissettiğimiz bir o vardır her halde…

Atatürk’ü sevmek demek; onu bilmek demek… Her türlü bilmek demek… Ne yaptığına bakmak demek… Yaptıklarının doğru ya da yanlış olduğunu sorgulamaya kalmak, bana göre en büyük hadsizlik ve şımarıklık! Biz kimiz ki şartlarını bile ancak düşünerek anlamaya çalıştığımız bir ortamda bu kadar büyük hedeşer koymuş bir komutanı eleştiriyoruz? Kimiz ki şöyle yaptığı için bu oldu diyebiliyoruz? Bugün dünya liderlerinin hangisi, aldıkları kararların tamamen doğru olduğunu düşünerek hareket ediyorlardır, üstelik bu kadar büyük kolaylık, iletişim, ulaşım hızı ve insan gücü ve para varken?

Bütün bunların olmadığı, aralıksız savaşmaktan genç nüfusunun neredeyse tamamını kaybetmiş bir milletten yepyeni bir ordu yaratmayı düşünmek, hangimizin cesareti olabilirdi? Kararlı duruşu ne olursa olsun bozmamak, içten ve dıştan gelen düşmanların karşısında sapasağlam ayakta durabilmek, silahsız, ümitsiz, yüzü gülmeyi unutmuş genç çocuklara savaşmayı emredebilmek kimin harcı olabilirdi ondan başka?

Tarih kitaplarının yazdığından çok daha ilerdedir Atatürk…

Kıymetini bizden çok yabancıların bildiği…

Türk milleti başı ne zaman sıkışsa hala ona koşar, diyerek bizim darlığımızda varlığımızda; acımızda, mutluluğumuzda onun dizinin dibine giderek rahatladığımızı önce onlar fark etmişlerdi. Biz yapıyorduk bu işi ama başkaları buluyordu asıl sebebini…

Çünkü ondan başka bizi gerçekten anlayan, tanıyan, geleceğimizi onun kadar doğru bir biçimde gören başka kimse gelmedi ondan sonra… 

Küba’nın lideri Fidel Castro 1996 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette Atatürk posterinin önünde basın toplantısı düzenledi. Ardından kendisini ziyaret eden Türk heyetine Atatürk’e karşı duyduğu hisleri ile getirdi:

“Ben de devrim gerçekleştirdim. Ama Atatürk’ün yaptıklarını yapamazdım. Türkler sağdan sola doğru yazarken harf devrimi ile tam tersi yönde yazmaya başladı. Kıyafet devrimi ve medeni kanunla kadınlara getirilen statü çok önemliydi. Ona ve devrimlerine hayranım. Kendinize başka bir önder aramayın.”

Hiçbir zaman aramadık zaten…