Simpson’s-In-The-Strand

Sami AJİ Köşe Yazısı
3 Haziran 2015 Çarşamba

Bir ay evvel İngiltere’ye gitmiştik. Üç gün Londra’da kalacaktık. Son zamanlarda epey ilgi gören ‘walking tour’lara katılmaya karar verdik. Bunlardan biri de iki saat kadar süren Covent Garden turu idi.

Gezimiz esnasında rehberimiz bizi Strand Caddesine getirdi ve ünlü Savoy Otelini gösterdikten sonra Simpson’s Restaurant’ın içine soktu. Girer girmez sanki zaman tünelinin içinden geçerek 45 yıl evveline gittim.

Yıl 1970!

Eşimle ben ilk defa Londra’ya gidiyoruz. Rahmetli kayınpederim, bize mutlaka Simpson’s’da bir akşam yemeğine gitmemizi tavsiye etmişti. (Daha bir yıllık evli olduğumuz için o tavsiye aslında benim için emirdi.)

Otel odasına yerleştikten sonra, resepsiyona indik ve oradaki görevliye bize ertesi akşam için Simpson’s’da yer ayırmasını rica ettik. Bunu söyler söylemez, adamın yüz ifadesi değişti: “Simpson’s, sir?” Dedi. Adamın nazarında klâsımız birdenbire yükselmiş gibi idi. “Right away, sir” (Derhal efendim).

Otelden küçük bir tur atmak için çıktık. Eşime “Yahu bu herifin yüzü niye değişti böyle?” Diye sordum. “Herhalde çok tipik bir Londra lokantası olacak. Bildiğimizi görünce şaşırdı.”

Otele döndüğümüzde, konsiyerj derhal koşup bize kapıyı açtı ve “Size yer ayırdım efendim; tam 20.15’te bekleniyorsunuz” dedi. Yavaş yavaş huylanmaya başlamıştım. Yine sevgili eşime döndüm, “Yahu bu sinema mı, tiyatro mu? Alt tarafı, yemek yiyeceğiz, bunun saati dakikası olur mu?” Diye sorduğumda o da “İngilizler böyledir. High School’da okusaydın anlardın” dedi. 

Görevli “Taksi ayarlamamızı ister misiniz?” Diye sorduğunda eşim hemen atıldı: “Evet, lütfen.” Metro dururken, niye taksi ile gidecekmişiz diye itiraz etmeye vakit kalmadan, adam “Efendim, taksiniz 19.55’te sizi alacak.” Kafam gittikçe karışıyordu ama bir daha cahil damgası yememek için ağzımı açmadım.

Ertesi akşam odamızdan çıkmak üzere idik ki telefon çaldı: “Efendim, taksiniz sizi bekliyor.” Saate baktım, vallahi 7.55’ti. Koşar adım aşağı indik, konsiyerj arabanın kapısını açmış, bizi bekliyordu. Binerken diğer elini uzattı, sevgili eşim ona 2 sterlin vermez mi? “Yahu araba kapısını tuttu diye bu para verilir mi?” Anında ters bir bakış aldım ve sustum.

Neyse, tam 8.15’te Simpson’s Restaurant’ın önüne vardık. Taksi durur durmaz, fraklı silindir şapkalı bir kapıcı gelip kapıyı açtı bir taraftan “Welcome, sir” derken beyaz eldivenli elini uzattı. Bu sefer ben çabuk davrandım ve eline bir sterlin tutuşturdum. Ama endişelenmeye de başlamıştım.

İçeri girdik daha etrafa göz atma fırsatı bulamadan, Maître d’Hotel karşımıza dikildi.  O da fraklı, yelekli, gri kravatlı idi.

“Good evening, Madame; good evening, Mr. Aji” diye ortalığı çınlattı. Ulan, ne oluyoruz, bizi nereden tanıdı bu herif demeye kalmadan, daha da yüksek sesle “Mr. Aji’nin masası hazır mı!” Diye bağırdı. Kıpkırmızı olduğumu hissettim. Tüm Londra’nın gözleri üzerimde idi, sanki. Burada ne işim var diye kayınpederimi sevgiyle anarken, etrafa gülümseyerek hafiften selamlayarak adamı takip ettik ve masamıza oturduk.

 Az sonra bir garson geldi. “Bir aperatif alır mısınız?” Diye sordu? Ben “Water, please” dediğim anda masanın altından tekmeyi yedim. Sevgili eşim bana sertçe bakarak ve garsona gülümseyerek, neleri tavsiye edeceğini sordu. Uzunca bir hasbıhalden sonra bir içki üzerinde anlaştılar.

İçkiler geldi, bitti. Ortada siparişi alacak garson yoktu. Acıkmaya başlamıştım. Sevgili eşim, sakin olmamı sabırsız hareketler yapmamı bir daha tatlı–sert şekilde hatırlattı. Nihayet garson geldi. Elinde menü filan da yok. Ben kısadan gidip bir karışık ızgara söyleyeyim dedim. Hemen “hayır!” İşareti ile karşılaştım.

Yine garsona tavsiyesi soruldu. İşte o andan itibaren garson tip değiştirdi, sanki karşımızda bir profesör belirdi. Lokantanın tarihçesinden başlayarak, orada tarih boyunca yenilen etlerden, o etlerin hangi cins hayvanlardan kesildiğini, o hayvanların hangi yörede nasıl beslendiklerine, etlerin kesim ve muhafazasına varıncaya kadar tüm izahatları verdi. Mideme kramplar girmeye başlamıştı.

Eşim nihayet rozbifte karar kıldı. Ama garson pes etmiyordu. Rozbifi nasıl yersiniz diye sorunca, ben “Yanında az pilav olsun” dedim ve yeniden tekmeyi yedim. Bu sefer de az pişmiş-çok pişmiş muhabbeti başladı. Orta pişmişte anlaşmaya varılmıştı ki bu sefer sos pazarlığı başladı. Bayılacaktım. Garsonu çiğ çiğ yiyebilirdim.

Aradan yine zaman geçti. Birdenbire yanımıza, devasa, yarım dana boyunda kızarmış bir eti taşıyan tekerlekli bir masa ve arkasında bembeyaz giyinmiş, eldivenli elinde kocaman keskin bıçaklı, aşçı yanaştı:

“Roast beef, sir?”Dehşete kapıldım. Sadece başımı evet manasında salladım.  Adam o etten parçaları kesip kesip tabağıma dolduruyor, her parçadan sonra bana bakıp gülümsüyordu.  Birden eşim, “Obur olduğunu biliyorum ama bu kadar da yiyemezsin” demez mi?

İrkildim. “Ne diyorsun yahu bunun çeyreğini bile yiyemem.”

“O zaman ‘dur!’ desene!” Bu da o lokantanın geleneği imiş. Yani yiyebildiğin kadar ye gibi bir şey. Ben de yeni bir gaf yapmamak uğruna susuyordum.

Simpson’s’dan çıkışımız, girişimiz gibi aynı merasimle gerçekleşti. Bu sefer tüm bize servis yapanlar (kapıcı ve Maitre d’hotel dahil) bize iyi geceler dilemek için sıralandılar.

Otele yayan dönmek zorunda kaldık…  

Tüm bu hatıralara öylesine dalmışım ki, rehberin Simpson’s hakkında anlattıklarının farkına bile varamadım; lokantadan ayrılma zamanı da gelmişti. Bu yüzden size gerçekten ilginç tarihçesini aktaramayacağım.*

Ama fark etmez, en iyisi sizin de bir gün Londra’ya gidip kendi “sımpson’s-In- The-Strand” tecrübenizi yaşamanız daha ilginç olur kanaatindeyim.

 

* Sadece 1828 yılında bir satranç kulübü olarak faaliyete başladığını söyleyeyim. Şunu da ilave edeyim: ‘Walking tour’ esnasında orada yemek yenmiyor sadece bekleme salonunda izahatı dinliyorsunuz.