Bilmek ya da inanmak

Avram VENTURA Köşe Yazısı
28 Mayıs 2014 Çarşamba

Eduardo Galeano, 1982 yılında Montevideo’da işlenmiş, iki kadın kurbanı olan bir cinayetten söz eder. Sanık Alma Di Agusto, bir yıl süre ile tutuklu kaldıktan, akla gelmedik işkenceler gördükten sonra, suçlu olduğunu kabul etmiş; ama farklı zamanlarda alınan bu itiraflar, nedense birbirini hiç tutmuyormuş. Her birinde başka başka kimseler ortaya çıkıyor, adı, adresi olmayan ilginç hayaletler olayların içine giriyormuş. Galeano şöyle sürdürüyor anlatısını:

“Üstelik yazar bu anlattıklarında bir olimpiyat atletinin çevikliğini, bir panayır Amazon’unun gücünü ve profesyonel bir matadorun kıvraklığını sergiliyordu. Ama en şaşırtıcı olan, itiraflardaki ayrıntı zenginliğiydi: Her seferinde sanık, giysileri, davranışları, çevreyi, konukları, eşyayı kıl payı ölçülerle sayıp döküyordu…”

Öykünün can alıcı noktasına gelelim:

Tüm bu ayrıntıları, itiraflarında bir bir anlatan sanık Alma Di Agusto körmüş!

Daha da ilginç olanı:

Onu yıllardır tanıyan, seven komşuları da kadının suçlu olduğunu düşünüyorlarmış!

Avukat onlara bunun nedenini sorduğunda, bu haberleri gazetelerden okuduklarını, bu yüzden suçlu olduğuna inandıklarını söylüyorlarmış. Hepsinin yalan olduğu anlatıldığında da, “Ama yalnız gazeteler değil, radyo da, televizyon da öyle diyor!” diye açıklamada bulunmuşlar.

Di Agusto’nun öyküsünü okuduğumda doğrusu şaşırmadım, yalnızca gülümsedim. Bu anlatılanlar, söylenenler hepimize tanıdık, bildik gelmiyor mu? Olayı olduğu şekliyle koruyup, yaşandığı tarihi, ülkesini ve kahramanların adlarını değiştirsek, bizim için bir farklılık yaratır mı? Hiç sanmıyorum!

Öykünün bize abartılı gelmemesi, benzer olayları daha önce okumuş ya da duymuş olmamızdan kaynaklanıyor.

Bana göre öykünün en çarpıcı iletisi, kitle iletişim araçlarının, insanların algılarının oluşmasında ne denli güçlü olduklarını göstermesidir. Bunu farklı gazeteleri okuduğumuzda, yayınları izlediğimizde yaşıyor, görüyoruz. Her biri, kendi çıkarları ya da özel yükümlülükleri doğrultusunda gerçeği çarpıtabiliyor, inançlarımızı yeniden sorgulatabiliyor, doğruları yalana dönüştürebiliyor, içimize kuşku virüsünü sokarak yaşamımızı karartabiliyor!.. Ya da tümüyle tersi bir yaklaşımla, umut verebiliyor, tüm olumsuzlukları olumlu bir şekilde sergileyebiliyor, yalanı doğruymuş gibi gösterebiliyor… Her iki durumda da gerçeği yansıtmadıklarından, insanları yanlış yönlendirmekte, her alanda geleceğimizin şekillenmesinde doğrudan etkin olmaktadırlar. Kültürden sanata, politikadan ekonomiye, kişilerin bireysel ve sosyal yaşamına kadar…

Gazeteler, okuyucusu oldukları belirli bir kitleyi etkiliyor görünse de, konu televizyona geldiğinde, bu etki alanının çapını kestirmek oldukça güç. Özellikle okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan bir toplum için yaratılan bilgi kirliliği, kişiyi bilmeye değil, doğrudan inanmaya yönlendirir ki, toplum için en büyük tehlike budur!

Düşünmeyen, sorgulamayan insanın, öyküdeki komşulardan ne farkı kalır ki?..