Kitap keyfi

Oturma odamda en büyük keyfim, kitaplığımın karşısında yer alan okuma koltuğuma yaslanıp bacaklarımı uzatmak, sonra da kitap raflarına dalıp gitmek… Kimi zaman uzun bir süre böyle kalıyorum. Uzaktan okuyabildiğim kalın kitapların sırtlarından adlarına bakarak, bir Tibet rahibi gibi meditasyon yaparcasına, yoğun bir düşünce okyanusu içinde buluyorum kendimi.

Avram VENTURA Köşe Yazısı
5 Şubat 2014 Çarşamba

Oturma odamda en büyük keyfim, kitaplığımın karşısında yer alan okuma koltuğuma yaslanıp bacaklarımı uzatmak, sonra da kitap raflarına dalıp gitmek… Kimi zaman uzun bir süre böyle kalıyorum. Uzaktan okuyabildiğim kalın kitapların sırtlarından adlarına bakarak, bir Tibet rahibi gibi meditasyon yaparcasına, yoğun bir düşünce okyanusu içinde buluyorum kendimi. Bu kitaplık, benim için bir inançlının önünde secdeye vardığı bir simge, kutsal bir varlık gibi… Her kitabın, sanki görünmeyen ama beni sarmalayan gizli bir enerjisi var. Kendimi onlara yakın duyumsadığım oranda, tanımlanamaz bir güç ve keyif veriyorlar. İçerikleri bir yana, onlardan her biri kutsal birer simge gibi yerlerini korurlarken, karşılarında huzur içinde oturuyorum.

Televizyon, kitaplığın arasında, kendi rafında yer almasına karşın, aslında o kitaplarla birbirlerinin düşmanı! Ekranı açık olduğu sürece, dikkatimi dağıtarak ya da ona odaklanmamı sağlayarak benim kitap okuma zamanından çalmış oluyor. Yine de hakkını yemeyeyim, güzel bir film izlerken, az mı ihanet ettim kitaplarıma? Olsun! Benim için o an önemlidir. Televizyon ya da kitap, içlerinden hangisi beni mutlu ediyorsa, o akşam ona yüz vermek hakkımdır, diyorum. Nasılsa okuduklarım, izlediklerim kısa bir süre sonra unutulup gidiyor. Hiç değilse o anın keyfini yaşayayım, diyorum.

Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı kitabında anlatır:

Onuncu yüzyılın sonlarında Pers ülkesinin büyük veziri Abdül Kasım İsmail, ileri görüşlü bir insan, yorulmak nedir bilmeyen bir gezginmiş. Gittiği her yere kitaplığını da yanında taşırmış. İki kilometre uzunluğunda bir kervan oluşturan dört yüz deve, sırtlarında yüz on yedi bin kitap taşıyormuş. Develer aynı zamanda eser kataloğu görevi de görüyormuş: Her deve grubu Pers alfabesinin otuz iki harfinden biriyle başlayan kitap isimlerini taşıyormuş.

Vezirin bu kitap tutkusuna nasıl bir ad vermeli, bilmiyorum.

Neyse, kendimden söz ediyordum:

Geçen yıla kadar, hiçbir kitabımı elimden çıkarmazdım. Bir arkadaşımın önayak olmasıyla, içlerinden bir kısmını, kitaplığı olmayan bir köye bağışladım. Bir süre için raflar soluk almaya başladı derken, yeni eklenenlerle yine sıkıştılar. Aslında birçoğuna, okumak için dönme şansım hiç olmuyor. Başucu çekmecemde yeni alıp da okunmayı bekleyen kitaplar çoğaldıkça, eskilere ancak bir bilgiye ulaşmak istediğimde el atabiliyorum. Bu yüzden romanların, rafları süslemenin dışında bir işlevleri kalmıyor. Dediğim gibi bunları kendime saklama bencilliğinden daha yeni kurtuldum. Bu kitaplar, benden sonra bir sahafı mı boylarlar, bilmiyorum. Hiç değilse yaşarken bir amaca hizmet ettiğimi bilmek, bugün beni yeterince mutlu ediyor.

Eskiden okunması için ödünç kitap da vermezdim. Yine vermem, ancak gereksinim duyduklarımı satın alarak yerine koyabileceksem hediye ediyorum. Bu şekilde hem kitabın gelip gelmeyeceğini düşünmüyorum, hem de geri alsam bile onu kıvrılmış ya da buruşuk bir durumda görüp üzülmekten kurtuluyorum.

Çok mu söz ettim kendimden?

Ne yapalım! Kitaplarıyla aynı keyfi yaşayan dostlarla, duygu ve düşüncelerimi paylaşmış olduğumu sanıyorum.