Sanat ve edebiyat olmasa...

Avram VENTURA Köşe Yazısı
16 Temmuz 2013 Salı

Nedense aklıma takıldı: Uygarlıktan uzak, kitapsız, sinemasız, televizyonsuz, yalnızca kendi geleneklerini sürdüren bir köyde ya da küçük bir adadaki topluluk içinde doğmuş ve orada yaşıyor olsaydım, duygu ve düşüncelerimi nasıl yönlendirmiş olurdum?

Soru, belki biraz boşlukta kaldı. Teknolojinin en yüksek düzeye ulaştığı bu çağda, söylediklerim kuşkusuz gerçek dışı olarak nitelendirilecektir. Somut örneklerle konuyu açmaya çalışayım:

-Tanımlamaya çalıştığım toplumun bir üyesi olsaydım, aşkı yalnız içgüdülerim ya da gözlemlediklerimle mi yaşardım?

-Bu toplulukta yer alan insanlarla, dostluk ilişkileri nasıl sınanmış olurdu?

-Acılar, coşkular, mutluluklar nasıl paylaşılırdı?

-İyilik, güzellik, doğruluk gibi kavramlar nasıl birer karşılık bulur, bunları hangi denek taşında değerlendirebilirdim?

Soruları istediğimiz kadar çoğaltabiliriz, ancak söylemek istediklerim sanırım anlaşılıyor. Sözünü ettiklerim kadar, taşıdığımız tüm duygu ve erdemleri, ancak kıyasladığımız oranda değerlendiriyoruz. Başkalarının yaşam öykülerinde, anlatımlarında, kurgularında... Bir başka deyişle yaşadıklarımız, okuduğumuz bir öyküde, bir söylencede, bir şiirde, bir romanda ya da izlediğimiz bir filmde karşılığını buluyor. Kendimizi bu yapıtlarda yer alan bir olayla ya da onlardan birinin kahramanıyla özdeşleştiriyor, onlarla aynı coşkuyu duyuyor, üzülüyor, yaşama farklı bir açıdan bakıyoruz. Her biri yüzümüze bir ayna tutuyor, sınanma, kendimizi tanıma, sorgulama olanağı sağlıyor.

Daha da önemlisi, yaşantımızı her yönüyle kıyaslıyoruz!

Sanat ve edebiyat penceresinden baktığımızda, binlerce yılın örnekleri, önümüze sınırsız bir çevren açıyor. Sanıyorum, bu örneklerdeki zengin duygu ve düşünceleri okumaktan, izlemekten yoksun kalsaydık, kendi yaşadıklarımızı, düşündüklerimizi bile tanımlamakta güçlük çekerdik. Kabil’in kıskançlığını, Sappho’nun sevda dizelerini, Süleyman’ın mesellerini, Homeros’un destanlaştırdığı Helen’in aşkını, Spartacus’ün isyanını, Diyojen’in bilgeliğini, Büyük İskender’in tutkusunu... Her biri, yüzyıllar ötesinden yüreklerimize olduğu kadar, imgelemimize farklı bir şekilde sesleniyor. Böylece kıyaslanan her duygu ya da eylemimiz, daha zengin anlamlar kazanıyor.

Kimi zaman umutsuz bir aşka düşmüş Leyla veya Mecnun oluyoruz, her gün bir kayayı yeniden tepeye taşımak zorunda kalan Sisyphos, zincire vurulmuş Prometheus, dokunduğu her şeyi altına çeviren Midas, kimi zaman da Kırk Haramiler karşısında kalmış birer Ali Baba...

Bu kahramanları, yalnızca tarihsel birer kişilik ya da birer kurgu karakteri olarak değil, duygu, düşünce ve davranışlarımıza anlam katan birer simge olarak görüyorum.

Sözü çok uzatmadan şunu söylemek istiyorum:

Sanat ve edebiyat olmasa, insan yanımız sanırım çok eksik kalırdı.