Yeni yüzyılda kimlikler

Haymi BEHAR Köşe Yazısı
18 Kasım 2009 Çarşamba

Yirminci yüzyıl ideolojiler yüzyılıydı.

1850’lerden sonra batı kökenli ideolojilerin hakim olduğu rejimler tüm insanlığı dönüştürdü.

Çin’den Küba’ya sosyalist, Romanya’dan Brezilya’ya faşist yönetimler hakim oldu. Milliyetçilik neredeyse tüm dünya ülkeleri tarafından bir şekilde benimsendi.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Doğu Avrupa’da otoriter devlet kontrolü yerini bireysel özgürlüklerin hakim olduğu demokrasilere bıraktı. Soğuk Savaş bitti, ideolojilerin çarpışma devri kapandı. Halkları siyasi görüşlerine göre bölen dünya düzeni son buldu. İnsanlık 21. yüzyıla umutla bakmaya başlamıştı; nihayet sonsuz savaşların biteceği umudu yeşermişti, ama bu çok kısa sürdü.

21. yüzyıl yeni küresel kırılmalarla başladı. 11 Eylül ve ardından gelen Irak işgali dünyayı bu kez ‘medeniyetlere’ böldü.  “Medeniyetler çatışması” dünyayı din kimliği üzerinden farklı medeniyetlere ayırdı.

Batıda Müslümanlara, doğuda ise Yahudi ve Hıristiyanlara şüpheyle bakma eğilimi tavan yaptı. Önümüzdeki dönemde, çeşitli etnik kökenleri bir arada barındıran ülkeler, ancak bireysel özgürlüklerin sağlam bir hukuk sistemi ile güvence altına alındığı ölçüde iç barışlarını koruyabilecekler. Birden çok farklı etnik ve dini kimlikleri barındıran ülkelerde bireylerin yaftalanmadan yaşamayı başarabilmesinin ön şartı eşitlikçi hukuk devleti ve çoğulcu demokrasi ilkelerinin tam anlamıyla uygulanmasıdır.

Yarım yüzyıl önce Arap ülkelerinin tamamından neredeyse tüm Yahudiler kovuldu. Bugün Hıristiyan nüfus ise artan huzursuzluktan ve baskıdan bunalarak binlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk ederek batı ülkelerine göç ediyor. ABD’nin Irak’ta etnik ve dini kimlikleri temel alan bir anayasaya onay vermesi orada sürekli iç savaş tehdidi altında bulunan yeni bir Lübnan yaratılmasına yol açtı. Bu Irak’ın ve tüm bölgenin geleceğinin dinamitlenmesidir.

Farklı etnik ve kültürel kimlikleri siyasi sermayeye dönüştüren bu yaklaşım birden çok kimliğe aidiyet hisseden bireylerin oksijenini iyice kıstı.

20. yüzyıl ideolojiler yüzyılıydı, 21. yüzyıl ise kimlikler yüzyılı olarak başladı. Türkiye’de aylardır konuşulan ama içeriği bir türlü tam olarak netleşmeyen “demokratik açılım”a biraz da bu küresel çerçeveden bakmak gerekiyor.

Bu ülke “Erkek-Sünni-Türk” dışındaki tüm kimliklerin ötekileştirdiği bir yarım yüzyıl geçirdi. Başta kadınların ötekileştirilmesi olmak üzere, farklı etnik, dini ve kültürel kimliklerin dışlandığı, varlıklarının ret edildiği, bu ülkeye sadece kaybettiren, bir zaman dilimi yaşandı.

Milliyetçilik, ortak ulusal değerler yerine etnik ve dini temele dayandırıldıkça halkın bir bölümü her zaman dışlanır. Bireysel özgürlüklerin sürekli olarak arttığı batı sisteminde bireylerin ait hissettikleri, bağ duydukları kimlikleri bastırma teşebbüsü o ülkenin önünü tıkamaktan ve iç barışın tesisini engellemekten başka bir işe yaramaz.

Bireylerin ait olmaktan gurur duydukları ve sahip çıkmak istedikleri kültürel kimlikler aşağılanmamalıdır. Farklı etnik ve dini kimliklerin geliştirilmesi ve yaşatılması gereken kültürel sermaye olduğunu idrak eden yeni ve çoğulcu bir anlayışın yerleşmesi anayasal eşitliğin temelidir.

Lübnanlı Fransız yazar Amin Maalouf’un “Kimlikler aidiyetlerin toplamıdır” sözü bu çok kültürlü çoğulcu yaklaşımı en iyi şekilde özetliyor. Kimlik, bireylerin içinde büyüdükleri aile, sosyal çevre ve ülkeden aldıkları değerlerin toplamıdır.  Bu her vatandaşa eşit şekilde verilen dilini konuşma, mutfağını yaşatma, edebiyatını okuma, müziğini dinleme özgürlüğüdür. 

Bir ülkenin tek bir resmi dilinin olması o ülkede yaşayan tüm insanların ortak paydasıdır. Ancak bu, aynı topraklar üzerinde var olan diğer dillerin ve kültürlerin küçümsenmesi, yok sayılması veya susturulmaya çalışılması anlamına gelemez. Böyle bir dayatma sürdürülemez.

Farklı kültürel miraslar, tehdit yerine yaşatılması gereken sosyal birikimler olarak algılanmalıdır. Çoğulcu demokrasinin temel şartı budur. Aynı ülkenin bir kısım vatandaşı ayrımcılığa uğradıklarını, zorla farklı kimliklerin dayatması altında kaldıklarını hissettikçe gerçek anlamda eşitlikçi bir hukuk devletinden söz edilemez.