Domuzlar Körfezi’ne giderken...

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
18 Kasım 2009 Çarşamba

Adı ‘B Yüzü’ olan bir köşede normal bir grip yazısı beklemezsiniz sanırım. Ben de isterdim tam Küba gezisi öncesi İbrahim Ferrer tınıları içeren bir yazı yazmayı. Ama griple ilgili bir şeyler demeden bu konunun beni terk etmesine izin veremezdim.

Şöyle ki, grip salgını konusu gündeme oturduğundan beri alegorik bir filmin setinde gibi hissediyorum kendimi. Önce kelimeyi açıklayayım; annem kızıyor anlamı herkese aşikâr olmayan kelimeler kullandığımda. Sözlükte alegori için şu deniyor: ‘insana ait dürtü ve davranışları, daha iyi kavranmalarını sağlamak için simgelerle canlandırıp dile getirme ‘Alegorik yapıtların en görkemlisi bana kalırsa William Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’dır. Bu roman, insan doğasındaki şiddeti göstermek için sadece çocuklardan oluşan bir topluluğun bir adada mahsur kalarak giriştiği çatışmaları konu alan çok basit temalı ama temel dürtüleri fazlasıyla ortaya çıkaran bir eserdir. İnsan türünün doğuştan dost kazanma ve düşman ‘eleme’ eğiliminde olduğunu ve masum doğdukları düşünülen çocukların da fazlasıyla bu dürtüye sahip olduğunu öne süren kapkara bir roman…

Şimdi gelelim bizim gribe. Bu gribin tedavisi olmayan, bulaşıcılığı ve ölümcüllüğü yüksek bir veba gibi algılandığı geçtiğimiz yaz aylarını düşünüyorum öncelikle. Öyle ki yaz okulları feshedildi, çocuklar özel karantina bölmeleri ile evlerine sevk edildiler. Hastalık henüz bir azınlığa aitti. Havaalanları titizlikle insan ayıklıyordu. 2008 Cannes Film Festivali’nin açılış filmi ‘Körlük’ (Blindness) de aynen böyle başlayan bir bulaşıcı hastalığı anlatır. Meirelles’in bu filmi, modern bir kentte hızla yayılan bulaşıcı bir körlük üzerine. Kör olan insanlar özel kıyafetli muhafızlar eşliğinde karantina koğuşlarına atılıp, tecrit edilerek körlüğün yayılması önlenmeye çalışılıyordu. Ancak orada imkânların hızlıca bozulması sonucu körler barınağı terk ederek dışarı çıktıklarında aslında bütün dünyanın aynı hastalığın pençesinde kıvrandığını idrak ediyorlardı. Film inanılmaz iç kapayıcı bir şekilde şu andaki grip salgınının bir doz fazlasını veriyor. Filmi izlerken bizim grip salgınına benzerlikler insanı dehşete düşürüyor. O filmde var olan metaforların şu anda yaşadığımız ortama birebir uyduğunu tespit ettim. Örneğin hastalıktan kaçınmak için izledikleri yollar, önyargılarını ele veriyor. Bizim gripte de, bazılarını öpmek için tereddüt ederken bazılarına yanaklarımızı uzatıveriyoruz. ‘Toplu yerlerden kaçının’ uyarısında gayet seçici bir biçimde kendimizi bazı kalabalık ortamlardan uzak tutuyoruz. Örneğin geçtiğimiz 5 Kasım’da sinagog katliamında ölenlerin anısına yapılan anma töreni bomboştu. (der misiniz bu sebeptendi?)

Ancak asıl hangi dürtümüz açığa çıktı bu salgın sırasında diye soracak olursanız, ben ‘bencillik’ dürtümüz derdim. Şöyle ki, grip artık neredeyse toplumun geneline yayılmış durumda. Hastalığa yakalanmış insanlar neredeyse yakalanmayanlardan fazla. Ama hastalıktan kaçınırken titizlikle uyguladığımız kuralları artık yakalanmış halimizle pek de önemsemez olduk. Rahatlıkla virüs taşıdığımızı gizleyerek ortamlara giriyor, elimizi insanlara uzatıyor, nefesimizi insanlara üflüyoruz. Çocuğumuzu henüz tam iyileşmediği halde salıveriyoruz tıksırıp aksırırken. Çifte standardın en alasını uyguluyoruz.

Şahsi fikrimi isterseniz, en başlardaki aşırı tecridi de gereksiz buluyordum. Şimdiki aşırı duyarsızlığı da. El jeli tüketimini bir kenara bırakıp şu film seti ortamından sıyrılalım derim, ne dersiniz?

Bir dahaki yazımda size Küba’nın eşsiz gizemini aktarmayı umuyorum. Orası da çivisi çıkmış dünyanın bir parçası olmadan önce…