Deja vu

Kızım 18 yaşında, ve 27 sene önce ben 19 yaşındayken tanıştığım "muhtıra" ile o da bugün tanışmış oldu. Asıl ilginç olan demokrasi kültürüyle bağdaşmayan muhtıranın kimi saptamalarının, yüzbinlerce insanımızın 14 Nisan ve 29 Nisan`da gösterdikleri demokratik savunma refleksinin gerekçeleri ile birebir örtüşüyor olması. O zaman sorun nerede?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Tam 27 yıl önceydi. Sanırım bir Nisan ayıydı yine. 19 yaşında muhtıra ile tanışmıştım. Ne anlama geldiğini soruyordum etrafıma. Her gün onlarca kişi terörden ölürken ayrıca din eksenli politikalar gündemdeyken muhtıradaki uyarının nereye kadar gidebileceğini sorgularken birkaç ay sonra ilk askeri darbemle tanışıyordum.
Kızım 18 yaşında ve 27 sene sonra aynı sorgulamayı yapıyor! 27 sene içinde gelinen aynı noktaya bakınız lütfen! Tek değişiklik artık muhtıraların web sayfalarından yayımlanması...
Yok, kesinlikle naif demokratlar gibi, “demokrasilerde muhtıra falan olmaz, her şey demokrasi içinde çözülür” demek mi zorundayım? Peki, o zaman 14 ve 29 Nisan tarihlerinde Ankara ve İstanbul’da yüzbinlerin ortak kaygılarını, ortak endişelerinin bu muhtırada da aynen yer aldığını gördüğünüzde ne tepki vereceğiz? Salt demokrat olmak adına karşı mı çıkmalıyız muhtıralara? Bu meseleyi, ‘din eksenli siyaset ve yaşam’ örneğini hayatında görmeyen bir Avrupalı gibi mi algılamalıyız? Özel yaşama müdahele korkusunu hayatında bir kez bile hissetmeyen Batılı mı bize yol gösterecek? Yüzbinlerin, milyonların korkularını hafife mi alacağız? ‘Bindirilmiş kıtalar’ denilen ama Türkiye’nin omurgasını oluşturan o genç yaşlı yüzbinler, “paranoya içinde yaşıyorlar” mı diyeceğiz?
İnsanın en insani görevi ‘öteki’nin korkularını ciddiye almak ve onları gidermek değil midir?
Doğrudur, en doğrusu muhtıraların verilmemesidir. Ancak bunu diyenler -bizler-hepimiz- bu süreçte seyirci olmaktan öte ne yaptık?
Siyasi partiler bir türlü kendi içinden toplumu sürükleyecek ne yeni politikalar ne de yeni liderler yaratamazken biz sokaktaki insanlar ne yaptık, ne yapmalıydık?
Ama adım gibi eminim yine kimse bu soruyu sormamaya devam edecek!...
* * *
Meclis’teki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda olan bitenlerin önemi bile kalmadı artık. İktidar savaşının ne kadar önemli olduğunu bilmeyecek kadar saf değilim ama herkesin kaybedeceği bir Pirüs zaferine tanık olmak hüzün verici.
Biz sokaktaki insan olarak, ‘ekonomimiz süper gidiyor, Türkiye füze gibi havalanıyor’ yanılsamasının peşinden giderken Meclis’te olup bitenleri seyretmek ‘çağdaş Türkiye’ gerçeğine değil ama onun yanılsamasına uyuyor. Ayrıca rövanşist duyguların son tahlilde hepimize onarılması güç zararlar vereceğini nasıl anlatacağız, bilemiyorum...
On gün önce Fransa’daydım ve oradaki Cumhurbaşkanlığı seçimini izlediğimde ülkem adına kahroluyordum. Orada tartışılan ve adayların propagandasına konu olan konuları görseniz bizim hala nerelerde olduğumuzu anlarsınız acı çekerek.
İstediğiniz kadar yabancı sermaye gelsin -zaten yeni bir artı değer yaratmıyorlar, sadece var olanı satın alıyorlar- istediğiniz kadar gayrimenkul fiyatlarının Paris ve New York seviyelerine çıktığına tanık olun, istediğiniz kadar borsanın çıkışını alkışlayın ama bütün bunları İstanbul’un çirkinliklerinin üzerine dikilen laleler gibi yanıltıcı buluyorum. 15 gün içinde yok olacak bu renklilik geçici estetik ihtiyacımızı karşılayacak, o da kimilerinin zevkine bağlı olarak. İstanbul’un erguvanları doğasında var, lalelere gerek var mı? Gelin bu renkli laleleri insanlarımızın yürekleri ve de beyinlerine ekmeye çalışalım. Ekelim ki, sözde değil özde demokrat ve laik bir Türkiye oluşturalım.
Tek yol var.
Farklılığa tahammül eden, hiçbir şeyi siyasete alet etmeyen ve ötekinin korkularını ciddiye alan Demokratik Laik bir Cumhuriyet.
Çok mu zor? Çok mu imkânsız?