‘Baby Mozart` Konservatuari

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Sokakta, evlerde, gezinti yerlerinde, kısaca her adımda duyduğum bir seslenme türü gelişti..
“Aaşkım, aşkkımmm benim...”
Veya;
“Annemmm, anneciğimmm.”
İşte bazı genç nesil annelerin çocuklarına hitap şekli.
Her nesilde yenilikler/değişiklikler olacağını kabul ediyorum. Ama bir annenin çocuğuna ‘annnemm’ diye seslenmesini anlayamıyorum. Hele ‘aşşkımmm’ daha da beter. Meslekten değilim ama çocuğuna böyle bir eşleştirme yapan ebeveyn, aşkla ilgili ciddi bir eksiklik yaşamıştır. Ya da, daha üzücü olanı, toplum psikolojisinin yapay kurbanıdır.
Yaz mevsiminin en güzel taraflarından biri bütün bebeklerin bir anda piyasaya çıkmalarıdır. ‘Baby Mozart’ konservatuarından mezun olanlar; en muhteşemleri. Altı aylık bir bebekten daha olağanüstü bir görüntü düşünemiyorum.
Gençlerle iyi iletişim kurmama rağmen bu yaz gözüm bebeklerde. Neden mi? Gençleri iknaya harcadığım zaman ve bu arada herhangi bir konuda sinirlenmemek için sarfettiğim enerjiyle, kimbilir kaç bebeği 150 g.lık biberonla besler, ardından gazını çıkartırdım!
İtiraf ediyorum; bebekleri tek yönlü iletişimden ötürü seviyorum. Mis gibi kokarlar, en fazla on bir dakika ağlarlar.. Henüz konuşmayan bebekleri kucaklamak ise egoizmin doruğunda bir sevgi türü.
* * *
Gerek bebeklerle, gerekse gençlerle gereksinimimiz olan sihirli sözcük ‘sabır’dır. Söylemesi kolay, uygulaması biraz daha zor olan bu nitelik kimi zaman karaborsaya düşer. Farketmez, biz gene de sabırlı olmanın yollarını bulmalıyız. Örneğin, derin nefesler alarak yapacağımız kısa biri meditasyon seansı, pozitif enerjimizin anında geri dönüşünü sağlayacaktır.
Ya sabır...
* * *
Geçen gün bir dostumuzun dostu çok muhterem Prof. Dr. İsmail Özçelik ziyaretimize geldi. Psikolojik danışmanlık ve özel eğitim çalışmaları yapan profesör onbeş seansta kekemelik/konuşma bozuklukları konusunda her yaş insana terapi uyguluyor. İletişimin çok önemli olduğu çağımızda ‘günü bilinçli yaşa’ kuramının geçerliliğini hatırlatan Prof. Özçelik, hergün yaşanacak 86.400  dakikamız olduğunu ve bunu dolu dolu yaşamak gerektiğini dile getirdi.
* * *
Vergi dairelerinde şu ibareye rastlarsınız: “Ödediğiniz her kuruş size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir.”
Doğrusu; vergimi ödüyorum, çöpümü döküyorum; her yaz Ada’ya geldiğimde mutad olarak kesilmiş telefon tellerini bağlatmak için ter döküyorum. Bu da yetmezmiş gibi, iyi bir vatandaş olarak oturduğum semtte yanmayan sokak lambalarını Elektrik İdaresi’ne, patlayan su borularını Sular İdaresi’ne bildiriyorum.
Yayın Koordinatörüm, konuyla ilgili farklı bir tablo çizdi. Ancak Ada bir bütün. Bir tarafın yolları düzgünken, diğer tarafı yamalı bohça gibi olamaz. Geceleri Maden, neredeyse karanlık, üç sokak lambasından biri yanıyor. Evlerde ışık yok denecek kadar az.
Karanlıkta bastığın su birikintisinin ne olduğu belli değil. Doğalgaz sohbetleri ise mutluluk vermekten uzak. Adalılar, “fay hattının geçtiği yerde doğalgazın işi ne’ diyor. Çok sevdiğimiz Ada’nın hali bizi gerçekten üzüyor.
Üzülmekle mi kalalım, yoksa evlerde yeniden ışıkların yanması için mi el verelim?
***
Bu haftanın övünç kaynağı; büyüğümüz, şair/yazarımız Beki L. Bahar’ın, Dolmabahçe Sarayı’nın 150. yılı nedeniyle düzenlenen geceye davetli oluşuydu. Aslında neden bundan ibaret değildi. Beki L. Bahar’ın yıllar önce yazdığı “Ezan, Çan, Hazan” şiiri o gece ilk kez Ali Kocatepe’nin bestesiyle seslendirildi.
Acaba o gece orada bulunan kalabalık, şiirin sahibinin aralarında olduğunu biliyor muydu? Acaba o beste yapılırken şairden izin alınmış mıydı? Amacım kimseyi suçlamak değil. Beki L. Bahar mütevaziliğin üst mertebesinde bir hümanist. Kaleme aldığı onca tiyatro eserinin yanısıra, gelecek nesiller onu Ortaköy’de tatlı bir gülümsemeyle okuyacaklar.
Ezan, çan, hazan...