Deprem sonrasi notlari

Avram VENTURA Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Genelde yakın çevremizden birinin ölümünden sonra ya da mezarlıklarda bir araya geldiğimizde, yaşamın anlamını sorgulamaktan geri kalmayız. O andaki görevimizi bitirir, işimizin başına döndüğümüzde de, yine hiç ölmeyecekmiş gibi her şeye tutkuyla saldırmayı sürdürürüz. Ölüm korkusu ne denli beynimizin bir köşesine sinmiş, her an saldırmaya hazır bir düşman gibi bekliyor olsa da, düşünsel olarak her zaman bizden uzak, bizim için erkendir. Kendi dışımızda ya da uzak coğrafyalarda gelişen olaylar, doğal felaketler sonucu ortaya çıkan toplu ölümler, çoğu kez izlediğimiz bir gerilim filmi gibi belirli bir süre bizi etkiler, kısa zamanda unutur geçeriz. Bir süre sonra yeryüzünün bir yerinde ya da çevremizde ansızın patlak verinceye kadar...
En son İzmir’de yaşanan deprem fırtınası, bana bu konuyu düşündürdü.
Başta ülkemizde olmak üzere, bütün dünyada, diğer tüm doğal felaketler gibi, depremler de zaman zaman birçok insanın yaşamını karartmakta, toplu ölümlere neden olmaktadır. Kitle iletişim araçları ile bunları anında tüm ayrıntılarıyla izlememize, insan olarak bu acılardan etkilenmemize karşın, her tür felaket gibi, o da gelip kapımıza dayanmadığı sürece çabuk unutuluyor. Ne zaman ki bir deprem fırtınası yakın çevresini etkisi altına alıyor, bilgi ve eğitimleri ne olursa olsun, insanların o anlarda, korku ve davranışlarıyla büyük farklılıklar ortaya koyduklarını gözlemliyoruz. Özellikle radyo ve televizyonlar kadar, fısıltı gazetelerinin bunu tetiklemesiyle büyüyen bir korku dalgası, daha çok kişiyi etkisi altına alıyor. Sokaklarda sabahlayanlardan, başka kasaba ya da kentlere kaçanlara kadar herkes, büyük bir kaygı ve panik içinde, kendince güvenli bir sığınma limanı arıyor.
Sağlıklı düşünürsek, ansızın gelebilecek bir felaketin, bizi nerede, ne zaman ve hangi durumda bulacağını kim bilebilir ki?.. Umut işte! Büyük bir telaş ve tedirginliğin kol gezdiği böyle anlarda, kaçımız sağlıklı düşünebiliyor? Duygu ve düşüncelerimize egemen olan, başta korku olmak üzere, sürü psikolojisinin getirdiği toplumsal davranışlar olmaktadır. Tüm bu kaygı ve korkulardan doğan hareketlilik bittikten sonra, her şey yine eski düzeninde sürüyor.
Bu arada, bir anda kulaktan kulağa yayılan fısıltıların neden olduğu ruhsal yıkımın etkileri, belki depremin verdiği zararı aşmaktadır. Sallantılar bitmesine karşın, artçı depremler bizim içimizde sürmekte, bu da yaşantımızı daha çok karartmaktadır. Kitle iletişim araçları, kuşkusuz, maddesel zararlarla ölümlerin hesabını tutuyorlar. İnsanların yaşadığı bireysel olumsuzluklar, belki uzun yıllar yalnızca onları etkileyeceğinden, bunun hesabını tutan yok. Birçoğumuz çıkan söylentilere inanmamamıza karşın, sel sularının önüne kattığı her şey gibi, istemeden bu dalganın içinde biz de sürüklenebiliyoruz.
Sanıyorum doğadan gelen bu uyarıların bir olumlu yanı, kendimizi bir başkasının yerine koyma fırsatını doğurmasıdır. Maddesel olamasa bile, felaketle karşılaşmış insanlara göstereceğimiz daha insanca yaklaşımlar, tinsel yanımızı doyurması açısından önemli olabilir.  Ayrıca bu olaylar, yaşamın anlamını sorgulamak, onu daha yaratıcı ve daha verimli kılmak için ayrıca bir çaba harcamamız gerektiğini de düşündürüyor.