Freud, Post Yahudilik vs… -III

Ne kadar da iyi bir dost olabilirler Spinoza ve Rembrandt benim için… Prof. Dr. Sigmund Freud

Metin SARFATİ Köşe Yazısı
26 Mayıs 2021 Çarşamba

Freud, Spinoza’ya ne demiş olabilirdi ki?

“Ün arayışının çok uzağında, yaşamınızın tümünü hakikatin bulunmasına nasıl adadığınızı hayranlıkla izleyen sıradan bir okuyucunuzum. Dostum Romain Rolland’ın1 önerisi ile sizin ‘Tractatus’unuzu okudum. Bunun verdiği cesaretle ‘Bir Mısırlı Olarak Musa’ üzerine iki makale yazmaya koyuldum. Ancak sizin sayenizde dindar Yahudi ve hatta Hristiyanlardan gelen ağır eleştirilere tahammül edebiliyorum. Ve yine sizin ‘fanatizmden ne kadar ağır tenkit alırsanız bilin ki o kadar doğru yoldasınız’ tavsiyenizle bilimsel gerçekleri söyleme cesaretini buluyorum.”

Freud muhtemelen Spinoza’ya mektubuna devam ederek kendi alanındaki çalışmalarından söz açacak ve buradaki bulgularının 300 yıllık bir zaman aralığında ‘Tractatus’la nasıl örtüştüğünü anlatacaktır; insan ruhunun, üstesinden gelemediğinde, objektif gerçeklikleri nasıl çarpıttığını, onların yerine uykularında, düşlerinde kendini koruyacağını düşündüğü kimi yanılsamalı gerçeklikleri üretip onlara nasıl inandığını yazacaktır.

Freud’un ‘Musa’sından çok önce ‘Tractatus’ta, ‘Ethique’inden asla ayrılmadan ama ondan çok daha net ve somut benzer ifadeler kullanacaktı Benedictus; Tora’nın gizem dolu anlatımlarını filozofça analiz edecektir; orada da gerçeklikler ancak inancın alegorisi idi; kutsalın resmi, inananın tahayyülünde çiziliyor ve yaşam buluyordu.

Mektubunu yazarken, bunalacaktı sanki yine de sürgündeki büyük psikanalist. Kim bilir kaçıncı sürgünü idi hem de bu onun; kendince reddettiği ama başaramadığını sormak istiyordu belki filozofa; gezginci (sürülen) Yahudi (belki bizzat Freud) Ahaşveroş2 sükûneti arıyor olabilir mi idi artık. Ama belliydi ki, babasından devir aldığı yazgıda esas olan sürgündü. Londra’da sonlanır gibi görünse de, Moşe ve Oedipius’la yol sonsuza doğru kıvrılacaktı.

Sormaya devam edecekti filozofa; benden, inançlı olmadığım için nefret ediyorlar, Yahudi olmanın şartları arasında inançlı olmak var mıdır diye yazacaktı hasta yatağında psikanalist.

Gülümsüyordu Den Haag’daki3 minik evinden Benedictus.

Özgürce düşünmek ve söz söylemek yasaklanacaktı ikisine de; çift taraflı bir kıskaç içindeydiler.

Den Haag’ın konuğundan iktidar ölesiye korkuyordu. Silahıyla, topu ve tüfeği ile donanmış iktidar Benoit’dan korkuyordu. Düşmanla işbirliği yapmaya soyunmamış mıydı filozof! Ama halkı tarih boyunca, her yok edilmek istendiğinde aynı şeyle suçlanmayacak mıydı?

Anlaşılmaz olan kendi halkının da despotikleşebilmesi idi. Onu temelde buraya süren kendi toplumu değil miydi? Ya onlar niye onu susturmak istiyorlardı? Yoksa onlar da kutsallarını özgürlüklerin üzerinde tutmayı mı tercih ediyorlardı?

Kutsal niye baskı için siyasa ile kol kola giriyordu? Zamanların efendisi niye geçicilikte yitecek olanla iş birliği yapıyordu?

Felsefeden bu kadar mı korkulurdu? Düşünceden bu denli mi ürkülürdü? Ama düşünmek insan enerjisinin kendiliğinden bir parçası değil miydi? Yaratan, niye kendini yok etmek istesindi ki? Yeryüzünün ihtiraslısı, yönettiklerini köleleştirmek için kutsalı mı kullanıyordu acaba?

Şimdi işte ta uzaklardaki hasta psikanalistten de korkuyorlardı; özgür düşüncenin ve belleğin öncelikle yok edilmesi totaliter rejimlerin ortak özellikleri olacaktı tarih boyunca; korkan korkutur. Bu rejimler kültüre ve onun tarihsel olarak inşasına karşı olmamışlar mıydı daima?

Vahim olan belirtildiği gibi Yahudi toplumunun da içinde yaşadığı Alman, Hollanda (tabii ki daha uzaklardaki kimi topraklarda da) yönetimlerinin despotik, baskıcı ve engelleyici yapısına kendilerini kaptırmaları değil miydi?

Den Haag’daki, belki yazacaktı yanıt olarak Londra’daki konuğa; “Moşe’yi yazmak önce kendi babana sonra da Yahudiliğe, insanlığa ve kendine borcundur.”

Londra’daki bilinçaltının kâşifi muhtemelen yanıtlayacaktı; “evet, gerçeği yazmak her türden halk sevgisinden önde gelecektir benim için.”

Den Haag’ın kiracısı küçücük penceresinden dışarı bakıyordu. Sert yağmur damlaları cama vuruyordu.

Londra’nın ünlü konuğu hasta yatağının penceresinden bahçeye doğru baktığında babasını gördüğünü sanacaktı. Ama arkada yağmur bulutlarının bittiği yerde asası ile duran biri daha vardı. O idi işte; Moşe. Babası ve Oedipus ile onu takip ediyorlardı; kaçamıyordu Freud Yahudilik yazgısından.

Tanımlayamadığından kaçılamazdı ama zaten.

Nasıl Yahudi olunacaktı peki? Yanıtını bulmak için önce özgür olmak gerekmiyor muydu?

Den Haag’lı en azından sorunun ikinci kısmı için yardım edebilirdi kendisine.

Psikanalizin ve kutsallığın imgesel görüntüleri zihninin içinde dans ediyorlardı.

Asası elinde Moşe babası ile birlikte hızla kayboldu pencerede. Psikanalist ölüm uykusundan kaçmaya çalışıyordu.

 

Psikolojik Yahudilik

Freud bu kez Pfister’e yazacaktı; psikanaliz niye Yahudi’yi ama dinsiz olanını bekledi? Devam edilebilir; niye sürgünde olanı, gitmeye hep hazır olanı bekledi? Ama sürgünde olmak göçebe olmaktan farklı değil midir?

Pfister’in yanıtı bugünün kanlar içindeki kutsal topraklarda olup bitene de ışık tutacak mıdır? “Dindarlık bir keşfin gerektirdiği dehayı içeremez.”

Devam edecektir Pfister “üzülmeyin siz de Yahudi değilsiniz, gelin görün ki ateist de değilsiniz”

Freud not düşecektir yanıta “hem Yahudi’yim hem ateistim.” 

***

19. yüzyıl, Yahudi’nin Orta ve Kuzey Avrupa’da inanç ve dinine, kimliğine bağlılığının azaldığı bir dönem olacaktır. Herkes ait olduğu ulusal kimlikten mutludur. Kafka ‘Baba’yı az suçlamayacaktır zayıflayan Yahudiliği için. Psikanalizin doğuşu birçok entelektüele göre asimile olmuş Yahudiliğin yarattığı bunalımla da yakından ilişkilidir.

Sürgün ve asimilasyon ilginç bir birliktelik oluşturacaktır psikanaliz için…

Bu dönemden itibaren, ideolojik, kültürel ve daha birçok Yahudilik vardır; Yahudiliğin tek bir anlamı yoktur artık.

Çoğulculuğun çok da benimsenmediği üzerinde yaşanılan topraklarda pek rastlanmayacaktır benzeri oluşumlara. Sıkça belirtildiği gibi Yahudilik de bu otokratik zihniyetten payını alacaktır.

***

Entelektüalizmin giderek zayıflaması Osmanlı toplumundaki egemen otoriteryanizmi güçlendirmiştir. Buranın Yahudi toplumunun örneği de bu ateşte pişecektir. Kafkaların, Zweigların, Freudların farklı Yahudilik yaklaşımlarına yer olmayacaktır buralarda. Cazibesine dayanılamayacaktır tek sesliliğin burada.

Tek seslilik kuşkusuz cemaat yöneticilerinin resmi teolojik giysisini kuşanacaktır. Bu topraklarda geçerli olan minik bir teokratik var oluş modelidir adeta.

Asimilasyonizm nerede ise bir vatan hıyaneti, bir ahlaksızlık sorunu olacaktır bu topraklar üzerindeki cemaat yaşantısında.

Laiklik; aydınlanmasız, Mendelsonsuz, Lessingsiz topraklarda resmi gün kıyafetleri gibi bir görüntüden ibaret kalacaktır.

Ama tekrar Batı’ya dönüldüğünde görülecektir ki, tartışma artık Yahudi ve Yahudiliğin bizzat kimliğine ilişkin hale gelmiştir. Philip Rieff’in4 kavramından alıntı yapılırsa Yahudilik ancak psikolojik olacaktır. Tepki görse bile bu niteleme günah sayılmayacaktır Batı’da.

Spinozyen özgürlük en azından filiz tutmuştur bu topraklarda.

     Devam edecek…

---

1 29 Ocak 1866 - 30 Aralık 1944 tarihleri arasında yaşamış Fransız yazar. 1915 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. 

2 İÖ 5. yüzyılın başlarında yer alan Ester olaylarındaki Pers imparatoru.

3 İsmi şu anda Lahey olan Güney Hollanda kenti.

4 1922 – 2006 yılları arasında yaşamış Amerikalı sosyolog ve kültür eleştirmeni.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün