Piyasalarla sınav vakti

Metin BONFİL Köşe Yazısı
15 Ağustos 2018 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta Türkiye finans piyasalarında 6,4 kuvvetinde bir deprem yaşadık. Bu deprem, tüm dünya borsalarında hissedildi ve halen de hissedilmekte. Piyasalarda bir panik havası hâkim. Henüz, depremin yarattığı hasar henüz tam olarak bilinmiyor.

Bundan 19 sene önce yılın bugünlerinde yaşanan Marmara Depremi felaketi ile son bir iki haftada yaşanan finans depremi arasında hem ruh halimizi dengelemek hem de alınacak dersler açısından birçok benzetme yapabiliriz.

Nasıl ki, Richter ölçeğinde 7’nin üzerinde bir deprem “gerçek bir felaket” ise, 7’nin üzerinde bir dolar kuru da Türkiye ekonomisi açısından ağır hasarı ifade etmektedir. Daha düşük seviyelerdeki depremler zayıf yapılarla güçlü yapılar arasındaki ayrışmayı tetiklerken daha yüksek seviyelerde artık taş taş üzerinde kalmaz. Benzer bir durum döviz kuru için de geçerlidir. Henüz sular durulmamıştır, o nedenle fazla bir tahmin yürütmek doğru olmayabilir. Nihayetinde, yaşanan döviz şokunun sadece temeli zayıf yapıları mı etkilediğini yoksa külliyen finans sistemimizi çalışamaz hale mi getirdiğini millet olarak bu şoka vereceğimiz tepkiler belirleyecek. Büyük bir ihtimalle, panik havası geçip alınan ve alınacak önlemlerle birlikte, Türkiye ekonomisinin ve finans sisteminin böyle şoklara dayanıklı olduğu anlaşılır ise, kur seviyesi gerileyecektir.

Tahribatı ne olursa olsun, bir şey kesindir ki, büyük felaketler veya krizler kalıcı değildir. Olan olmuştur, çıkarılması gereken dersler çıkarılır, yaralar sarılır ve tamirat başlar. Bunun en güzel örneği Marmara Depreminden sonra yaşandı.

Türkiye ekonomisinin sorunlarının konuşulduğu her ortamda içi boş kavram olarak karşımıza çıkan “yapısal reform” lafının ne demek olduğunu anlamak istiyor iseniz son 19 senede gayrimenkul sektöründeki çok köklü ve çok yönlü yapısal değişimi incelemenizi öneririm. Marmara Depremi sonrasında inşaat sektörüne getirilen düzenlemelerden, müteahhitlerin cezai sorumluluklarına ve Kentsel Dönüşüm ile gelen yepyeni iş fırsatlarına kadar gerçek bir yapısal dönüşüme tanık olduk bu sektörde.

Keza, 2001 finansal krizinden sonra 26 bankanın sistemden tasfiye edilmesi, sermaye yeterlilik rasyolarının uygulanması ve denetimin güçlendirilmesi ile, Türkiye’deki bankacılık sisteminin o günlerdeki kırılgan yapısına göre bugün ne denli güçlenmiş olduğunu da gözlemleyebilirsiniz. Bankacılık sektörünün 15 senedeki yapısal dönüşümünün halen devam etmekte olduğunu düşünür iseniz, bir döviz şoku ile sistemin aniden yok olacağını beklemenin abesle iştigal olacağını anlamak zor olmayacaktır.

Marmara’nın ortasından geçen fay hattındaki gerilimi bildiğimiz gibi, döviz kuru üzerinde bir baskı olduğunu, dış borca dayalı dönen ekonomimizin kırılgan olduğunu hepimiz biliyorduk. Bir gün bu gerilimdeki ani bir boşalmanın bir felakete neden olabileceğini de biliyorduk. Ne zaman ve ne boyutta olabileceğini haliyle kestiremiyorduk. Belki de, son birkaç senedir yaşanan günlük devalüasyonlar ile fay hattındaki gerilimin azaldığını düşünerek, seçim ve benzeri sebeplerle alınması gereken önlemleri zamanında almayarak, bu şokun dalga boyunu arttırmış dahi olabiliriz. Korkulan oldu. Şimdi panikleyerek değil, akl-ı selim ile böyle bir şoku tekrar yaşamamak için neler yapmalıyız ona bakılmalı.

Son döviz krizi sorununun derininde artık gerçekten ele alınması gereken ve çözümü ancak uzun yıllar içinde gelebilecek iki temel konu var:

Birincisi, eskiden bankaların ve devletin sırtındayken son 10 senede özel sektörün üzerine binmiş olan kur riski. Dövizle borçlanıp TL satan her işletme son depremin etkisini omurgasına kadar hissedecektir. Bu işletmeler tasfiye dahil, birleşme, verimlilik artışı, ortaklık vb. kalıcı çözümler üretmek zorunda. Neden kur riski üstlenmiştir bu şirketler? Çünkü enflasyon bir türlü düşememiş, faizler düşememiş, yatırım için uzun vadeli TL kaynaklar bulunamamış. Diğer yandan da dolar ve avro faizlerinin bu kadar düşük gitmesi de sanayiciler tarafından kur riskinin iyice göz ardı edilmesine vesile olmuştur.

İkinci temel sorun cari açıktır. Yeteri kadar ihracatın olmayışı, gereğinden fazla ithalat yapılması, dünyaya katma değerli mal satamamamız... Adına ne derseniz deyin. Son 15 senede kümülatif olarak 500 milyar doların üzerinde cari açık vermişiz. ABD bile ticaret açığının sürekli büyümesini önlemek için yaptırım uygularken bizim dış dünya ile -ağır kriz senelerimiz hariç- cari açık vere vere sürdürülemez bir patikada olduğumuz da biliniyordu.

Şu andaki döviz şokunun çok ağır yaşanmasının sebebi kısmen siyasi sebeplere dayanmaktadır ama büyük ölçüde Türkiye ekonomisinin artık eskisi gibi bu iki temel sorunu göz ardı ederek devam edemeyeceği beklentisinin çok yaygın olmasındandır. Yapılması gereken, aynen Marmara Depreminde olduğu gibi, tüm dünyaya ulus olarak örnek bir dayanışma örneği göstermek, kayıpları gömmek, yaraları sarmak ve bu şokun tekrarlanmamasını sağlamak için kalıcı önlemleri almaya kararlı bir şekilde başlamaktır. Ne yazık ki, dere yatağına ev yapıp selden etkilenmemek mümkün değildir. Bazı bedeller ödenecektir. Bu esnada, Türkiye’nin en büyük yatırımcısı olan, dış ticaretimiz içinde aslan payına sahip olan ve halen Türkiye’nin ekonomik gelişmesindeki en büyük potansiyel olan Avrupa Birliği ile güçlü bir dayanışma ve işbirliği içerisinde olmak yaralarımızı daha hızlı sarmaya yardımcı olacaktır.

Gün piyasaların Türkiye’deki her ferdi sınadığı gündür. Kimse bu kriz beni etkilemez diyemez. Döviz krizinin, günümüz haberleşme imkânları ile çok kısa sürede tüm dünyada Türkiye’nin geleceğine duyulan bir güven krizine dönüşmesi çok zor değildir. Her birey kendi kaldırabileceği ölçüde bir sorumluluk ve fedakârlık görevi üstlenir ise bu felaketin ardından daha aydınlık günlerin bizi beklediğini tarih bize göstermiştir.