Hayat, hayat, hayat…

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir köşe başındayım ve yürüdüğüm yolları düşünmek için çok zamanım oldu bu aralar…

Öğretmenlikte tam yirmi beş yılı geride bıraktığıma ben bile inanamıyorum. Lisede de üniversitede de hazırlık okumadığım için yirmi bir yaşında üniversiteden mezun olup aynı yazın sonunda, eylülde öğretmen olmuştum bile. İlk veli toplantısında veliler beni gördükleri zaman, yüzüme şefkat ve ilgiyle bakmış, biraz da içten içe Allah bu kıza sabır versin, nasıl idare edecek bizim çocukları, çok genç diyen gözlerle bakıyorlardı yüzüme. Halbuki öğretmenlik zapt etme esasına dayalı bir meslek değildi; öğretmenlik, konu ne olursa olsun anlatmak ve ikna etmek demekti. Gençler, en kolay ikna edilecek kesimdi bana göre. En azından yetişkinlerden daha müsaittiler bu işe.

Yıllar yılları kovaladı.

Hayatın içinde her şey vardı. Ben de büyüyordum. Yaşı benden büyüklerin ne kadar büyük hatalar yapabileceğini, nasıl yaşlarına yakışmayacak duygusallıklarda kaybolabileceğini, dostlukların nasıl imbikten geçirilmesi gerektiğini öğrenmeye başlamıştım.

Büyüyordum, öğrencilerimi büyütürken… Belki de bu sebeple de onları daha iyi anlar olmuştum.

Aşk hep vardı ama sahiden aşk mıydı hissedilenler yoksa bir yanılsama mıydı bizlerin yarattığı, varsaydığı, olsun istediği, o kısımları biraz karışıktı hayatın. Ama duygular olmasaydı, ne şiirler yazılabilirdi, ne şarkı sözleri, ne denemeler…

Hayat, kendi yolunda yürümeye hazırlıyordu bizleri, bizse kendimiz bir şeyler yapıyoruz zannediyorduk hayata rağmen kendimize…

Hızlı, sağlıklı, koşarak yaşıyordum. Gençtim, ümitliydim, yarınlardan beklentim büyüktü. Hâlâ yüksek sesle müzik dinliyordum, hâlâ dilek diliyordum geceleri, hâlâ hayal kuruyordum bıkmadan…

Gelecek benim için gelecekti, biliyordum.

Önce kitap yazdım, sonra kitapla ilgili süreçleri yaşamaya başladım. Türkiye’nin değişen yüzünü görmek için, yarınları daha iyi anlamak için önemli bir köşeyi dönmüştüm bunu yaparak… Gençlerle bir araya geliyor, söyleşilere katılıyor, yetişkinlere bir şeyler anlatmanın hazzına varıyordum. Sonra gazetelerde köşelerim oldu. Yazdıkça hep daha iyisini yazmayı denek kadar keyifli bir şey olamazdı.

Sonra, bazı güzelliklerin kapıları hafif tıklatmasına rağmen, bir akşam telefonum kuvvetli biçimde çaldı. Tıklatmıyor, güm güm vuruyordu kapımı hayat!

Telefondaki ses, en sevdiğim seslerden biriydi, Bensiyon Pinto, bir kahve iç şu adamla, diyordu, hatırım için…

Onun hatırını nasıl kırardım!

Bensiyon Bey’i kıramadığım o hafta sonu yemeğinde, aşkın bir yanılsama olmadığını, iliklerine kadar gerçek olduğunu anladım.

Aşk, sahi bir şeydi.

Bizim yaratmadığımız, kendiliğinden var olan bir şeydi.

Sanmadan yaşanan, sadece var olduğu için insanı içine çeken, hiçbir örneğe ihtiyaç duymayan; sevgiye, saygıya, heyecana, coşkuya evet diyen, insana hayatı birlikte kucaklama gücü veren, onsuz hiçbir şey yapmak istemeyeceğin bir bağ yaratmanı sağlayan büyülü bir şeydi.

Cezmi geldi hayatıma…

Her gün, keşke daha önce gelseydin, dediğim adam…

Hayatın bütün güzelliklerini onunla yaşamaya doyamadığım…

İnsan birini çok severse onunla her türlü güzelliği yaşamak istiyor…

Annelik, babalık, sevgililik, dostluk; iki kişiyi birbirine bağlayan ne varsa…

Biz de anne baba olmak istiyorduk. Madem bu kadar sevmiştik birbirimizi, bu sevginin ikimizi de mucizelere bir kere daha inandıracak bir sebebi olmalıydı.

Bir tünele girdiğimizi biliyorum. Ucunda nasılsa aydınlık var, diyerek devam ettiğimiz.

Siz bu satırları okurken ben Tanrı’nın izniyle iki günlük anne olmuş olacağım.

Tünelin ucundaki aydınlığı gösterdi bize hayat!

Kızımız; hayırla, sağlıkla, ömürle, uğurla gelsin.

Hayat, hayat! İyi ki varsın, sen ne ümitli bir şeysin!