Hollanda seçimleri ve Avrupa

Sami AJİ Köşe Yazısı
22 Mart 2017 Çarşamba

Hafızam beni yanıltmıyorsa, herhangi bir AB ülkesi seçimlerinin, ülkemizde, son Hollanda seçimleri kadar yakından takip edildiği bir zamanı hatırlamıyorum.

Ancak yabancı gazete ve televizyonlarında yayınlanan haber ve yorumları kısmen de olsa okuyup dinleyince, AB ülkelerinde de sıradışı bir ilgi ile izlendiğini anladım.

Hele iktidardaki muhafazakâr partinin seçimden birinci çıkması ve bilhassa liberal görüş ve eğilimli partilerin de çok yüksek sayıda milletvekili çıkarması adeta tüm Avrupa’da büyük bir sevinç ve özgüven dalgasının yayılmasına sebep oldu.

Genel olarak kullanılan başlıklar, “European Union Stability is Back / Avrupa Birliğinin istikrarı geri geldi”  veya “Europe is Awakening /Avrupa uyanıyor” şeklinde oldu.

Bunun bir yansıması olarak hemen hemen tüm köşe yazarları, ilerde AB ülkelerinde yapılacak seçimlerde, sadece refah seviyelerini yükseltecek ve aynı anda ülke iç güvenliğini sağlayacak partilerin başa geçeceklerinde mutabıklar.

Peki, seçimlerden epey önce başlayan bu endişeli ve gergin ortama nasıl gelindi?

Naçizane kanaatime göre 1600 yıl geriye gitmek lazım. Yani takriben MS 400 tarihlerine…

Batı Roma İmparatorluğunun doğu sınırlarında asırlar boyunca belli bir sükûnet hâkimdi. Ren Nehri adeta tabii bir sınır teşkil ediyordu. Ancak Doğu Avrupa’daki barbar kavimler belli baskılar sonucu batıya doğru hareketlenince, ciddi ekonomik ve sosyal problemler ortaya çıkmaya başladı.

Başlangıçta Roma, bu kitleleri kendi medeniyeti içinde eritebileceğini sanmıştı. İlk yıllarda da bunu başarabilmişlerdi. Nitekim önemli askerî komutanlar, senatör ve sair yüksek devlet memurları, barbarlar arasından sivrilmişlerdi. Germen toplulukları da Romalıların adeta bir parçası olmuşlardı.

Ancak aradan geçen zamanda bir taraftan Roma’nın rehaveti ve bilhassa eski mücadele ruhunu kaybetmesi büyümekte olan tehlikeyi görmesine mani olmuştu. Sonuçta Roma tamamen yağma edilmiş, ne imparator ne de imparatorluk kalmıştı. Halk ise şatolar veya yakın civarlarında köle seviyelerine inerek hayatta kalma imkânlarını aramıştı.

İspanya hariç, Avrupa 1000 yıl sürecek bir karanlığa gömülmüştü.

Yukarda anlatmaya çalıştığım gelişmeleri asırlar sonra Bizans’ta da görmekteyiz.

Yıl MS 1162/1163.  İspanya’dan gelen Yahudi bir seyyah, Benjamin de Tudela, İstanbul’a uğrar. Hatıratında1, şehrin zenginliğinden inanılmaz güzelliğinden bahseder: “Es una bulliciosa ciudad (Çok patırtılı bir şehir). No se ha visto tal riqueza en ningun pais (Böyle bir zenginlik hiçbir ülkede görülmemiştir).”2

Ancak ilginç bir teşhiste de bulunur. Bu zenginlik halkın mücadele ruhunu, savaşma azmini törpülemiştir. Erkeklerin kadınsı tavırları dikkatini çekmişti. Tüm savunmalarını barbar dedikleri Balkan ve güney Avrupa ülkelerinden getirdikleri paralı askerlere teslim etmişlerdi. Bu durumun sağlıklı olmadığına işaret eder.

Ve tespitinde ne kadar haklı olduğunu 40 sene sonra görmekteyiz. 1204 yılında şehir bir avuç diyebileceğimiz, Haçlı Ordusunun saldırısına3 karşı koyamamış ve tarihin az kaydettiği bir yağmaya uğradıktan sonra, 60 yıllık bir işgale uğramıştı. Şehir, bu olaydan sonra bir daha kendine gelememiş ve Bizans 1260 yılından sonra çöküş sürecine girmişti.

Bu iki tarihi olay, Avrupa hafızasından hiç silinmedi. Bir ara, II. Dünya Harbinden sonra ve bilhassa Avrupa Birliğinin kurulması ve başarılı bir şekilde gelişmesi ve genişlemesiyle belli bir süre gölgede kaldı. Hele AB’nin ciddi bir şekilde el emeğine ihtiyaç duyduğu 1960 ve sonrası dönemlerde unutulduğu zannedildi.

2000’li yıllara geldiğimizde vaziyet tamamıyla değişmişti.  AB’de ‘misafir işçiler’ üçüncü, hatta dördüncü nesle ulaşmışlar ve önemli bir kısmı çalıştıkları ülkenin vatandaşlığını kazanmışlardı.  Buna rağmen asimilasyon, hatta entegrasyon istenilen başarıya ulaşamamıştı.

İşte bu yıllardan başlayarak, gerek Batı Roma gerekse Doğu Roma’nın yıkılışları hakkında çeşitli eser ve makalelerin yayınlandığını görmekteyiz. Adeta AB toplumlarına doğudan gelebilecek tehlikelere karşı duyarlılık eğitimi verilmişti.

Özellikle 2017 yılında arka arkaya yapılan ve yapılacak, Hollanda, Bulgaristan, Fransa ve Almanya seçimlerinde siyasilerin propagandaları bilhassa yabancı işçiler üzerinde yoğunlaşmakta. Aşırı söylemler beyanlar ve gösteriler, gerginlikleri daha da arttırmaktadır.

Gerek AB’nin geleceği gerekse orada yaşayan yabancıların huzuru için bu durumun acilen düzeltilmesi şart. Ama nasıl?

Her şeyden evvel, önemli sayıda düşünürün dile getirdikleri şu prensibi kabullenmek gerekir: “Çevrenizde veya yakın sınırlarınızın ötesinde sefalet, anarşi kol gezerken kendi coğrafyanızda refah, huzur ve medeniyeti sürekli kılmanız güçtür.” 

Problem artık AB veya Ortadoğu ülkelerini aştı. Bu yüzden soruna global bir çözüm bulunması gerekir; çözümü bulacak kişiler de, iyi niyetli, açık fikirli, diyaloglara da açık ve siyaset dışı olmalıdır. 

Kesinlikle kolay ve kısa sürede bir anlaşmaya varılacağı ümidinde değilim. Ancak hepimiz şunu hatırlamalı ve örnek de almalıyız: 1982 yılında uluslararası gümrük tarife ve engellemeleri, neredeyse dünya ticaretini içinden çıkılmaz bir hale getirmek üzere idi. Bunun üzerine 123 ülkenin katılımıyla toplantılar yapılmasına karar verildi. İlk toplantıya ancak dört sene sonra, 1986 yılında başlandı, son imzalar sekiz yıl sonra 1994 yılında atıldı ve 1995’te yürürlüğe girdi4. Hâlâ yürürlükte ve gerek ticaret gerekse yabancı yatırımlar bu sayede muazzam bir ivme kazanmıştı.

Yani hem Avrupa, hem orada yerleşik yabancılar, hem de göçmen gönderen ülkeler arasında bir anlaşmaya varmak imkânsız değil.

Özetle, Hollanda seçimlerinin AB’ye özgüven kazandırırken, tüm üye ülke yöneticilerini de özgün çareler bulmaya sevk edeceğine kuvvetle inanıyorum.

 

---

1 El yazımı hatıratın adı İbranice ‘Sefer Masaot / Seyahat kitabı’…Çok ilginç bir tesadüf, bu kitabın ilk basımı 1543 yılında İstanbul’da Sonsino Matbaasında yapıldı. Orijinal bir nüshasını kulunuz Berlin’de 1991 yılında tertiplenen bir sergide görmüştü.

2 Bu cümleleri bu kitabın, José Ramon Magdelena Nom de Déu tarafından yapılmış 1982 basımlı İspanyolca tercümesinden aldım.

3 Dördüncü Haçlı seferinden bahsediyorum. Şehrin uğradığı felaketi ve yağmayı, bu sefere iştirak etmiş bir Fransız askeri, Geoffroi de Villehourdin “la Conquete de Constantinople” adlı hatıratında detaylı bir şekilde anlatmıştır.

4 ‘Uruguay Round’ diye bilinen bu görüşmeleri ve özellikle tarım ürünlerini ilgilendiren kısımlarını çok yakından ve heyecanla takip etmiştim. O yıllarda çalıştığım şirket ilgili komisyonlarında fiilen yer almıştı.