Her şeye ulaşabilmek

Avram VENTURA Köşe Yazısı
13 Ekim 2016 Perşembe

Kuşaklar arasında kıyaslama yapmak hoşuma gitmese de, kimi zaman bazı olguları açıklamak için zorunlu oluyor:

Çocukluğumda yeni giysiler ancak bayrama yakın bir zamanda, o da gereği varsa alınırdı. Arada yırtılan, aşınan olursa dikilir ya da önceden saklanan kumaş parçalarıyla yamanırdı. Kuşkusuz yalnız benim için değil, evin gereksinimi de olsa her eşyanın bir alınma zamanı ve nedeni olmalıydı. Bir kol saatine ilk kez on üç yaşımda sahip olduğumu anımsıyorum. Dönemin ve ailemin ekonomik koşulları, bu kısıtlamalar için bir etken olduğunu düşünsem de, benzer bir tutumluluğu varsıl olan çevrelerde de gözlemliyordum. Yurt dışından gelenler bir yana, yerel ürün markalarını bile ancak gazetelerden ya da panolardaki ilanlardan izlerdik. Bu birkaç satırla anlatmaya çalıştığım, o dönem içerisindeki hedeflerimizin sınırlı oldukları kadar, onları elde etme koşullarının oldukça katı olduğuydu.

Yalnızca olanağı olan kimselerin ulaşabildiği maddesel değerlerden söz etmiyorum. Yaşamın her alanında, birçoğumuz için her şeye bir ulaşma zamanı vardı. Bu, öncelikle bir sabrı ve beklemeyi gerektiriyordu; satın alma, olgunlaşma ya da bir hedefe ulaşma zamanı! Sonra da bu kavuşmanın öyle bir keyfine varırdık ki, bunu sözcüklerle anlatamayız.

Günümüzde hangi ürün isterse olsun, ona en kısa zamanda ulaşabiliyoruz. Uzaklıklar hiçbir sorun olmuyor. Yalnızca yetişme mevsimlerinde yiyebildiğimiz sebze ve meyveler, on iki ay soframızı süsleyebiliyor. Eskiden günlerce süren yolculuklar, saatlere indirgenmiş bulunuyor. Kız-erkek arkadaşlığı önceden çizilmiş belirli sınırlar içinde gerçekleşebilirken, bugün artık bu sınırları herkes kendince belirliyor. Konuyla ilgili olarak farklı alanlarda, farklı örnekler vermeye çalıştım. Sonuçta, özellikle genç kuşağın her şeye en kısa zamanda ulaşmak için, ne denli sabırsız olduğunu söylemekle yetinelim.

Buraya kadar sözünü ettiklerimiz, konunun yalnızca maddesel yanı; oysaki tinsel yanına baktığımızda, bir doyumsuzluğun giderek arttığını, bizi daha çok mutsuz ettiğini görüyoruz.

Aldous Huxley’in, Cesur Yeni Dünya romanında değindiği noktalardan biri, her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada, hiçbir şeyin anlamının olmadığıdır. Neredeyse yüz yıla yakın bir süre önce okuyucuyla buluşmuş bu kitap ütopik bir dünyayı anlatıyor. Bu yaşam içerisindeki duygu ve düşünceler aktarılırken, koşullandırılmış insanların hayatı nasıl anlamlandırdıklarını da okuyoruz.

Bugün bu koşullandırmayı, kitle iletişim araçları başarı ile yürütmektedirler. Kendi çocukluk dönemimle kıyaslarken, başta televizyonun, bilgisayarın, internetin olmadığını anımsattığımızda, konu daha iyi anlaşılmış olacaktır. Kısacası bizi etkileyen, tüketimi tetikleyen, her şeye ulaşılabilir gösteren araçlar yaşantımızda yer almayınca, bir beklenti içine girmiyor, küçük şeylerden mutlu oluyorduk.

Bizim için yaşam, koymuş olduğumuz hedeflere ulaştığımız oranda anlam kazanıyor. Bir hedefimiz yoksa ya da istediğimiz her şeye çok kısa bir zamanda ulaşabiliyorsak, bu olguyu mutsuzluğumuzun bir nedeni olarak da sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.