Sadeleşmek – Uzun ince bir yol

Meslek olarak avukatlığın kendisine sıfat, makam, mevki, hırs ve itibar gibi tanımlar getirdiğini ancak huzur, dinginlik, anlam, coşku ve mutluluk getirmediğinin farkına vararak kendine farklı bir yol çizen Metin Reyna’dan sadeleşme yolundaki serüvenini dinledik.

Dora NİYEGO Söyleşi
11 Kasım 2020 Çarşamba

Yaşantımızda yaptığımız seçimler özgür irademizden mi kaynaklanıyor, yoksa özgür iradeye sahip olduğumuzu mu zannediyoruz? Zihninizi bu soru meşgul etmiş. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Yaşantımızda hepimiz farklı yollara yönelebilir, kararlar verip seçimler yapabiliriz. Çoğumuz, ilk bakışta, aldığı kararları ve yaptığı seçimleri kendi özgür iradesiyle ortaya koyduğunu düşünebilir. Beyin sinir bilimciler ve psikoloji bilim insanları yıllardır bunun cevabını araştırıyor. Aldığımız kararlar ve yaptığımız seçimler, bağımsız ve özgür irademizden mi gelir, yoksa arkalarında geçmişimizin ve köklerimizin yansıması olan ilahi bir örüntü mü vardır? Belki de kararlarımızın ve seçimlerimizin bütünü, yazgımızı oluşturan sarmalın en temel parçalarıdır. 

Büyüme sürecinde olan bir çocuk sizce ne gibi bir ikilem yaşar?                    

İnsan yavrusu, yaşamsal olarak tümüyle annesinin bakımına bağımlı halde dünyaya gelen, tabiattaki en aciz varlık ve başlangıç itibariyle saflığı bozulmamış olandır. Sonrasında, büyüme ve gelişim süreçlerinde pek çok dışsal etki ve etkene maruz kalır. Bu etkileri birincil olarak, kök ailesi (annesi/babası), akrabaları, çevresi ve sosyal bağlarından alır. Safiyetine dokunacak ikincil etkenlere de, doğrudan ya da dolaylı olarak toplum kuralları, ahlaki ve çevresel yargılar, olumsuz kodlamalar, genellemeler, önyargı/peşin hükümler aracılığıyla maruz kalır. Bir formatlanma bombardımanı altında, ilk döneminin saflığını ve özgünlüğünü yitirmeye başlar. Böylece, sosyal çevresine uyumlanmanın konforuyla özündeki saflığı koruyarak kendisi kalabilmenin ikilemi arasında, zıtlıkların riskleriyle ilk kez yüzleşir. ‘Ait olmak mı birey olmak mı?’ sorusundaki hassas ayrımla karşılaşmıştır.

Çevresindeki inanç kalıplarını kabullenen çocuk ilerde ne gibi tehlikelerle karşılaşacaktır?

Aidiyeti mi bireyselliği mi seçecektir? Zihninin derinliklerine kök salmış temellerle hiç sorgulamadan inşa ettiği inançları, dogmatik bilgileri, kimlikleri, fikirleri, değerleri sahiplenir ve kendisini bunlar üzerinden tanımlayarak özdeşleşir. Özdeşleştiği tüm bu inanç kalıplarının ne denli yıkıcı olabileceğini, ayrıştırmaların, kutuplaştırmaların, anlaşmazlık ve çatışmaların ana sebebi haline dönüşebileceğini aklına bile getirmez. Fransız – Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf’un ‘Ölümcül Kimlikler’ kitabında aynen vurguladığı gibi, en tehlikeli kimlikler olan milliyetçilik, ırk, din ve benzerleri kodlanarak edinilir. Birey, farkına bile varmadan, zihninin labirentlerinde kendi kimliklerine karşıt diye öğretilen, yargıladığı bir hasım/öteki kimliğini oluşturmuştur bile.

Sizce insanları mutsuzluğa iten nedir?

Nefisleriyle (Ego) bitmek bilmeyen arzu ve istekleri. Vahim olan, varoluşunu, sadece ya sahip oldukları mal, mülk, para gibi ya da temsil ettikleri millet, takım, sosyal çevre, bir zümre, din gibi ya da her ikisiyle tanımlayarak ortaya koyma yanılgısına düşmektir. Böylelikle mutsuzluk girdabına çekilen bizler, vahşi tüketim sisteminin desteklediği ‘Hırs – Hız – Haz’dan oluşan bermuda şeytan üçgeninde savrulup, ötekileştiren, anlayışsız, benmerkezci, toleranssız ve şiddete meyilli birer varlığa dönüşebiliyoruz. Bu sarmalı en güzel Yeni Türkü müzik grubunun ‘Çember’ isimli şarkı sözleri tarif ediyor sanki: Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın/Kendin içindeyken, kafan dışındaysa...”

Sizdeki değişim nasıl oldu? Neyi idrak ettiniz?

Yukarıda değindiğim tüm kimlikler, büyüme ve gelişme dönemlerimde, bazen kendimi tanımladığım ya da kendimi özdeşleştirdiğim kavramlardı elbette. Daha sonralarında ise, varlıklarını sorguladığım refakatçilerimdi. Ta ki, özümün bir refakatçiye ihtiyacı olmadığını idrak edebilene kadar. O an gelip kapımı çalana dek, makam, mevki, unvan, kimlik ve sıfatlarla dolu uzun ince bir yol aldım.

Eğitiminizden, meslek seçiminizden ve mutsuzluğunuza sebep olan nedenlerden bahseder misiniz?

Şişli Terakki Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştum. Aileye de, içinde bulunduğum çevre ve topluluklara da şirin görünmek, hepsinin onay ve beğenisini kazanarak öne çıkabilmek uğruna meslek olarak avukatlığı seçmiştim. Seçmiştim kelimesi sizi yanıltmasın, oldukça sonra anlayacaktım bu seçimi özgür irademle yapmadığımı. Belki de seçtik sandığımız şeyler en toy dönemlerimizin eseridir, kim bilir? Meslek olarak avukatlık bana, sıfat, makam, mevki, hırs ve itibarla özdeşleşen tanımlar getirdi, ancak huzur, dinginlik, anlam, coşku ve mutluluk getirmedi. Yerel ve yabancı farklı hukuk bürolarında çalışarak, sözüm ona, adalete, hakkaniyete ve hak arama özgürlüğüne hizmet ettiğimi ve ulvi şeyler yaptığımı sanıyordum. Sonradan anlayacağım ise, hizmet edilen tek şeyin vahşi kapitalizm, tüketim ekonomisi, menfaat ve çıkarlar örüntüsü olacağıydı! İşte size mutsuzluk kokteyli.

Zirvede kalmak için çok çalışmışsınız. Ancak bir iç sorgulama ile hayatınız değişmiş…

Hukuk bürolarından sonra Türkiye’nin dönemine göre en büyük sayılabilecek birkaç farklı holding şirketinde çalıştım. Sıfatımı en zirveye taşıyıp, kendimi herkese, çevreme ve topluluklara göstermek istiyordum. Bölüm başkanı, üst düzey yönetici, yönetim kurulu üyesi gibi süslü sıfatlarla iyi bir gösteri de yaptım. Akabinde, acı bir şekilde zirvede kalmanın ne denli zor, vahşi ve mücadeleci yanları olduğunu, oralarda yalnızlaşarak öğrendim. Böylece, ne makam, ne şaşa, ne de kendim zannettiğim hiçbir şeyin, aslında özümle yakından uzaktan ilgisi olmadığını, hayat, bilgeliğiyle bana en sert haliyle göstermiş oldu. Şokun etkisiyle birlikte içsel sarsıntı, derin sorgulama ve anlam arayışı dönemim başlamıştı.

Neyin arayışındaydınız? Bu yolda size rehberlik eden, kendinizi keşfetmenize yardımcı olan yaklaşımlardan bahseder misiniz?

“Aradığım kimdi? Nerede ve ne pahasına kaybetmiştim onu?” gibi sorular üşüşmüştü zihnime ve gönlüme. Önce zihnimdekileri cevaplayıp sonra zihnimin ötesine kalbimle geçmem gerektiğini öğrenmem, uzun yıllarımı alacaktı. Çalkantısı bol geçiş dönemlerinde, gençlik yıllarından itibaren meraklı olduğum Uzakdoğu kadim bilgileri ve uygulamaları ile çeşitli spor dallarıyla aktif uğraşmam, dengemi yitirmememde en önemli destek faktörlerinden oldu.

Sadeleşme yolumda bana rehberlik etmiş üç temel yaklaşım oldu. İlki, hümanist bir psikolog olan Marshall Rosenberg’in metodik hale getirdiği ‘Şiddetsiz İletişim – Bir Yaşam Dili. Hemen belirtmeliyim ki, şiddetsiz iletişim salt bir metot olmanın çok ötesinde, derin bir kendini keşfetme, farkındalık, bilinç ve bunların iletişiminize yansıması hallerini içerir. İkincisi, bir teolog ve terapist olan Bert Hellinger’in metodik hale getirdiği ‘Sistem Dizimleri ve Aile Dinamikleri’. Dünün çözülememiş sorunlarının, nesillerce aktarılarak, bugünün dertleri haline dönüşebildiğini görmek, travma, göç, savaş, yoksulluk gibi atalardan yadigar duygu ve enerji durumlarının, kuşaklarca taşındığı bilgisi beni derinden etkiledi. Üçüncü yaklaşım, Avusturya kökenli sinir bilimci ve psikoterapist Victor Frankl’ın II. Dünya Savaşında Nazi kamplarında esir düşmesi ve yaşama tutunmasını anlatan kitabı ‘İnsanın Anlam Arayışı’ ve buradan doğan Logoterapi. Tüm bu çalışmalar, içinden geçtiğim kurumsal tecrübemi, şirketlerde ismimin önüne takılan sıfatları, her türden menfaat ve çıkar ilişkilerini sorgulamama ve gözümde anlamsız hale gelmelerine vesile olmuştu.

Kendinizi keşfettiğinize inanmanıza rağmen, içinizde bir boşluk hissetmeye devam ettiniz. Neydi bu boşluk?

Bu üçlü yaklaşımların rehberlik ettiği alanlar, kendimi yeniden keşfimde son derece önemli roller oynasalar da, derinlerde bir yerde dolmamış bir boşluk hissiyatı varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Şair ve yazar Oruç Aruoba’nın dediği gibi “Yolu, yürüyen bilmez; açan bilir” sözünün gerçekliğiyle, o boşluğu, ancak kendimden gönlüme, gönlümden de benden büyük ‘Mutlak Olana’, yaratılış ile varlığın, birlik ile tekliğin birleştiği yola doğru yolumu açarak kat edeceğimdi. Yolların yolu olan tasavvuf, içimdeki o anlam boşluğunu doldururken, bana da Yola talipsen düş önümediye fısıldadı.

Biraz tasavvuftan bahseder misiniz?

Tasavvuf yolu, benim için şekil, dogma, hurafe, köhnemiş bilgi, inanç kalıpları, dilini anlamadığım söylem, ezber ve ritüeller, hoca, kurtarıcı, öğretmen, efendi ve benzeri tüm sıfat ve makamlardan bağımsızdır. Hintli yazar ve düşünür Jiddu Krishnamurti’nin belirttiği gibi “Size öğretecek bir öğretmen, kurtaracak bir kurtarıcı, ne yapılması gerektiğini söyleyecek bir bilge (guru) olmadığını gerçekten anladığınız zaman, her şeyi kendiniz yapmak zorunda olacaksınız. Burada öğretmen yok, öğrenci yok, lider yok, yol gösterici yok, efendi yok, kurtarıcı yok. Kendiniz için bunların hepsi sadece sizsiniz. Siz her şeysiniz! Ve bunu anlamak, değişimdir!”

Sizce mutlu olabilmek, kendimizi bulabilmenin en iyi yolu nedir?

Mutluluk, hayatın bir yan ürünü, hâlbuki biz hep onu arayıştayız. Arayış, illüzyonun kendisi. Sözün özü, unvanı makamı, mevkisi ve sıfatı epey bol bir sürü iş, yer ve yaşam tecrübesinden sonra, yolumun bunlardan değil, insana hizmetten geçtiğini yavaşta olsa idrak ediyorum. Sade ve yalın olarak; kendimizi bulabilmenin en iyi yolu, onu başkalarının hizmetinde kaybetmektir.

Sunduğunuz hizmetleri nasıl özetlersiniz?

Hizmeti götürmenin çok çeşitli yolu var. Benimkisi, bir sohbetler zinciri olarak, içerisinde psikoloji, sinir bilim, sosyoloji, felsefe, maneviyat, kuantum ile ilgili çeşitli bilgi, metot ve tekniklerin bileşiminin, tasavvufun irfaniyet muhabbeti ile harmanlanmasından oluşuyor. Sadeleşmiş ismi ile “Yürekli Diyaloglar©”.

Okurlarımıza bir mesajınız olur mu?

Olmaz mı? Son söz, Mevlana Celaleddin – i Rumi’nin sonsuz gönül açıklığının, birleştiriciliğinin ve kapsayıcılığının dile geldiği Divanı Kebir eserinden bir şiiriyle olsun:

“Ben ne Hristiyan, ne Yahudi, ne Zerdüşt, ne de Müslümanım,

Ne doğudan, ne batıdan, ne karadan, ne denizden,

Ne doğanın darphanesinden, ne de göklerin çemberinden,

Ne topraktan, ne sudan, ne havadan, ne de ateştenim,

Ne arşıaladan, ne tozdan, ne varoluştan, ne de varlıktan,

Ne Hintliyim, ne Çinli, ne Bulgar, ne de Saksonum,

Ne Irak krallığı, ne de Horasan ülkesinden,

Ne bu dünyadan, ne de öte dünyadan,

Ne cennet, ne de cehennemdenim (...)

Benim yerim yersizlik, benim izim izsizliktir.”

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün