Can Evrensel Rodrik: “Bir lisan o kültürün DNA´sıdır”

Bağımsız bir akademisyen olarak, biyoloji ve dilbilimin farklı dallarında araştırmalarda bulunan, sekiz dilde tercümanlık, yabancı dil ve yoga eğitmenliği yapan Can Evrensel Rodrik´i yakından tanıyalım...

Dora NİYEGO Toplum
30 Eylül 2020 Çarşamba

Can Evrensel Rodrik, Saint-Michel Fransız Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını aynı üniversitede Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümünde yapan Rodrik gen ve çevre etkileşimlerini kalıtımsal olarak inceleyen epigenetik bilimine ilgisinden dolayı, master tezinde, kontrolsüz hücre büyümesinde transpozonların rolünü araştırdı. Bu çalışması uluslararası ‘Genetics and Molecular Research’ akademik dergisinde yayınlandı.

Çocukluğundan bu yana, dillere karşı inanılmaz ilgisi olan Rodrik, her fırsatta farklı dilleri öğrenmekle kalmayıp, biyoloji lisansı sırasında ve sonrasında da kendimi dilbilim üzerine eğitti.

 

Hangi konularda araştırmalar yapıyorsunuz? Tercümanlık yaptığınız lisanlar neler? 

Biyoloji alanında epigenetik ve kanser, DNA metilasyonları, transpozonlar ve viroloji gibi konularda yurt içinde ve dışında akademik çalışmalarım oldu. Bununla birlikte nöroendokrinoloji ve tıbbi genetik konularında bazı araştırma projelerine dahilim.

Son zamanlarda daha aktif olduğum dilbilim alanında ise araştırma konularım betimsel dilbilim, fonoloji, tarihî dilbilim, diyalektoloji ve leksikografi. Bu araştırmalarımın bir kısmını da Judeo-Espanyol’la ilgili yapmaktayım.

Yazılı tercümelerin yanında, üniversite ve kongreler gibi akademik ortamlarda, uluslararası kurumlarda ardıl tercümanlık da yapıyorum. Çeviri yaptığım diller, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Türkçe, İbranice, Judeo-Espanyol, Portekizce ve Azerbaycanca.

Kaç lisan biliyorsunuz? Bu kadar lisanı nerelerde ve nasıl öğrendiniz? Biyolojiye merakınız nasıl başladı ve biyolojinin hangi dalı ilginizi çekti?

Kendimi bildim bileli, her zaman bilgiye aç ve hayatla, evrenle ve insan öğesiyle ilgili her şeyi öğrenmeye meraklı bir insan oldum. Çocukluğumdaki bu bilgi aşkıyla, evreni ve hayatı anlama arzusuyla, neredeyse tüm pozitif ve sosyal bilimleri öğrenmeyi, karşıma çıkan her bilgi kaynağını silip süpürmeyi en büyük hobim edinmiştim. Yedi yaşında astronomiye merak salıp, gökyüzündeki takımyıldızları öğrenirken, on yaşında ansiklopedi ezberleyip, 13 yaşında İngilizce felsefe kitapları okuyordum.

Bir yandan düzenli yoga ve meditasyon yapılan bir evde büyümem, küçük yaşımda Hindistan’a ailemle yolculuklarım ufkumu genişletmiş, ruhsal yanımı kabullenip, geliştirmeme yardım etmiş ve de analiz etmenin dışında karşılaştığım bilgileri sentezleyerek düşünmeyi, bütünsel bakabilmeyi de öğretmiştir bana. Özellikle, Hindistan’da tanık olduğum çok kültürlülük, onlarca muhtelif dilin, rengin, inancın ve kültürün bir arada harmoni içinde yaşayabildiğini görmekten çok etkilenmiş ve ‘çoklukta birlik’ kavramının da etkisiyle dillerin arasındaki bağı anlamaya yönelmiştim. Etimoloji ve filolojiye karşı olan sevgim böyle doğmuştu.

Tüm canlılarda süregelen değişimleri gözlemleyip, araştırıp, öğrenmenin bana ne büyük bir haz verdiğini ise daha sonraları fark ettim. Gerek canlı organizmalarda gerekse lisanlarda olsun, evrim sürecinin kendisini, ‘değişimi’ anlamak, en büyük merakımmış meğer. Hem dillere hem de biyolojiye ilgim buradan gelmekte.

Canlılardaki değişimleri en temel seviyede anlamak istediğimden moleküler biyoloji ve genetiğin, bir organizmayı oluşturan sistemlerin arasındaki ilişkiyi anlamak istediğimden de fizyolojinin en sevdiğim biyoloji ana dalları olduğunu söyleyebilirim.

Kaç dil bildiğim ise cevaplanması zor bir soru. Bir dili ne zaman gerçekten tamamen biliyor sayılırsınız? Ancak, en azından altı dilde çok rahat bir şekilde konuşup, düşünüp, rüya gördüğümü söyleyebilirim. Yazıda ve konuşmada anlayabildiğim dil sayısı ise on altıdan fazla.

Okulda öğrendiğim Fransızca ve İngilizce dışında ise hiçbir dil kursuna gitmedim. Bir dili öğrenmek kelime ve dilbilgisi ezberlemekle yapılmaz bence. O dilin düşünce yapısını anlayıp içselleştirmeniz gerekir. Tıpkı anadilini öğrenen küçük çocuklar gibi, duygu, his ve düşüncelerinizi, öğrendiğiniz dildeki sözcük ve ifadelerle bağdaştırmanız ve onları özümsemeniz gerekir. Kısaca bir dili değil, o dilde düşünmeyi öğrenmelisiniz. Bunun üstüne o dilde kitap okuyarak, film izleyerek ve her fırsatta pratik yaparak dil bilgilerinizi geliştirirsiniz. Şahsen bir dili öğrenirken bu kadar zevk almamın sırrının bu olduğunu düşünüyorum.

Türkçe ve Judeo-Espanyol’u anadillerim olarak kabul ediyorum. İleri seviyede konuştuğum Fransızca, İngilizce, modern İspanyolca, İbranice ve Portekizcenin haricinde Bengalce, Aragonca, Türkmence, İtalyanca ve Katalanca gibi dillerde de akıcı bir iletişim kurabiliyorum. Üniversite birinci sınıfta öğrenmiş olduğum Latinceyi de son sınıftayken, fen fakültesinde ders açıp birinci ve ikinci sınıf öğrencilerine Mesleki Latince adı altında öğretiyordum.

Bu genç yaşta Judeo-Espanyol lisanını nasıl öğrendiniz?

Çok küçük yaşta, anneannem ve dedemin konuştuğu İspanyolcanın ne kadar güzel ve melodik bir dil olduğunu fark etmiş, 500 yıllık bir kültürün de mirası olan Judeo-Espanyol’u öğrenmeye karar vermiştim. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bu dili yaşatmalı ve devam ettirmeliydim. Böylelikle konuşarak, dinleyerek ve özellikle sürekli soru sorarak, Judeo-Espanyol’u anneannem ve dedemden öğrendim.

Judeo-Espanyol lisanında epey araştırma yaptınız. Bu lisanın devamlılığı için de çok çaba sarf ediyorsunuz. Çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Lise yıllarımdan itibaren Judeo-Espanyol dilinde bulduğum eski kaynakları okuyup araştırırım. Dilin orijinal yazıları olan Raşi ve Soletreo okumayı öğrendiğim zaman ise, ulaşabildiğim bilgi kaynakları katlanarak yükselmişti. Genel kanının aksine, Judeo-Espanyol’un, edebiyatı olmayan ve sadece nesilden nesle aktarılmış bir jargon olmadığı çok barizdi. Okuduğum her edebi eser, kelime haznesinde ve ifadelerinde gösterdiği yüksek zenginlikle, bunun çok net bir kanıtıydı.

Bugün, Judeo-Espanyol’un, dilbilgisi, etimoloji, lehçebilim, imlâ, edebiyat, fonoloji ve leksikografi gibi birçok alanında araştırmalar yapmaktayım. Geçmişte de Raşi veya Soletreo ile yazılmış eserlerin transkripsiyonunu, transliterasyonunu ya da tercümesini yaptığım projelere katıldım. Uzun zamandır da dil dersleri vererek ilgilenenlere Judeo-Espanyol öğretmekteyim.

2015’ten itibaren İstanbul’da her yıl düzenlenen Uluslararası Ladino Gününe konuşmacı olarak katılıyorum. Bu konuşmalarımı, Şalom gazetesinde ve El Amaneser’de yazdım. Muhtelif belgesellere ve radyo programlarına çıkarak Judeo-Espanyol hakkında konuşmalar yaptım. Uluslararası gazetelerde dilimizi yaymak amaçlı röportajlar verdim. Ladino Vikipedi’de de yönetici olarak çalışmalar yürütüyorum.

Aynı zamanda Şadar olarak seçilmişsiniz. Şadar ne demektir? Bu alandaki faaliyetleriniz nelerdir?

Şadarlar, ülkelerinde Autoridad Nasionala del Ladino’nun temsilcileri, elçileri, aynı zamanda uluslararası camiada kendi topluluklarını temsil eden öncü ve aktivistlerdir. Judeo-Espanyol’u canlı tutmak, geliştirmek ve yaymak amacıyla aktiviteler yaparlar. 2018 yılında şadar unvanını elde ettim. Şu anda, dünyanın 11 ülkesinden 16 şadar olarak çalışmalar yürütmekteyiz. Türkiye’yi temsilen benimle birlikte Karen Gerşon ve Henry Çiprut olmak üzere üç şadar bulunmakta.

Şadarlar olarak düzenli toplantılarımızın ve küçük çaplı faaliyetlerimizin yanında, bu yılın başında üç büyük projeye başladık. Yürüttüğümüz üç ana projeden biri büyük çaplı bir Ladino sözlüğünün hazırlanması. Otuz binden fazla sözcüğüyle, internetten kolaylıkla ulaşabileceğiniz ve ilk aşamada İngilizce-Ladino olacak olan bu sözlüğün takım liderliğini yapmaktayım ve yedi kişilik bir ekiple bu amaç doğrultusunda çalışmaktayız.

Son yıllarda internet sayesinde Judeo-Espanyol ve Sefarad kültürü canlanmaya başladı. Sizce bu lisanın ve kültürün devamlılığı için yapılan çalışmalar yeterli mi? 

Gerçekten son yıllarda Judeo-Espanyol lisanına olan ilginin arttığını gözlemliyorum. İnternetteki canlanmanın yanı sıra, dünyada çoğalan çeşitli aktivitelere her yaştan insanın katılması, dili öğrenme talebinin tavan yapması, araştırmaların gittikçe artıp derinleşmesi ve dünya sanat ve kültürlerinde yankısının artmasıyla bu ilgi tüm nesilleri etkileyen bir şekilde ortaya çıkmakta ve dilin ününü ve prestijini de arttırmakta.

Dünyadaki tüm kaybolmaya yüz tutmuş dillere karşı yükselen ilgi ve sahiplenme bir dalga halinde yayılmakta. UNESCO’nun ve benzeri kuruluşların organize ettiği, tehlike altındaki dilleri koruma ve yayma programları mevcut.

Nitekim yapılan tüm çalışmaların bu dilin ve kültürün devamlılığı için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Var olan çalışma ve aktivitelerin gerisindeki yaklaşımda, nostaljiden hayranlığa, basit bir meraktan kimlik arayışına kadar çeşitli duygular hâkim. Oysaki dili gerçekten yaşatmak bir ideolojiyi, bunu sistematik ve bilimsel bir yaklaşımla hayatın her alanına yayma gayretini ve bu gayreti beraberce çalışarak gerçekleştirme arzusunu insanların kalbine aşılayabilirsek, ancak o zaman dil ve kültür yeniden canlanır.

Kanaatimce, farklı nesillerden insanların dili beraber öğreneceği ve eğleneceği aktiviteler düzenlenmeli, online oyunlar gibi çeşitli interaktif internet aktiviteleri hazırlanmalı, bir radyo kanalı açılmalı, bazı video oyunları Judeo-Espanyol diline çevrilmeli, en kaliteli ve modern eğitimin Judeo-Espanyol dilinde verildiği bir yuva açılmalı, yaratıcı yaklaşımlarla güncel konuları dilimizde konuşan Podcast tarzı yayınlar yapılmalı.

Bunlar ve daha niceleri ile Judeo-Espanyol dilini tekrardan yeşertebileceğimizi umuyorum. Bir dil, bir topluluğun ve kültürün hayata, doğaya ve dünyaya bakış açısıdır. Bir dünya görüşüdür. Dil topluluğun geçmişini ve şimdisini yansıtır ve sayısız alandaki bilgeliğiyle onu geleceğe taşır. Unutmayın ki bir lisan o kültürün DNA’sıdır.




Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün