“İsrailliler filmi çok sarsıcı buldu”

Dünyanın en önemli festivallerinde izleyiciyle buluşan ‘Miss Holokost Survivor’ belgeseli, geçen hafta İstanbul Film Festivali kapsamında izleyiciyle buluştu. 2011’den bu yana her yıl Hayfa’da Nazi Soykırımından kurtulan kadınlar arasında düzenlenmekte olan bir güzellik yarışmasını konu edinen yapım; toplumsal belleğin nasıl zaman aşımına uğrayıp siyasi bir gösteriye dönüştüğünü sorguluyor. ‘Miss Holokost Survivor’ın yönetmeni Eytan İpeker ve yapımcısı Yoel Meranda ile; sanatseverler tarafından sert ve sarsıcı bulunan belgeselleri, yeni neslin geçmişle ve Holokost’la olan bağının yanı sıra Türkiye’de festival filmlerinin algısını ve yeni projelerini konuştuk.

Zehra ÇENGİL Sanat
28 Ekim 2020 Çarşamba

‘Miss Holokost Survivor’ belgeseli geçen hafta İstanbul Film Festivalinde yer aldı. ​Türkiye prömiyeri ise Antalya Altın Portakal’da gerçekleşti. Bu belgeselin fikrinin doğduğu süreci anlatır mısınız? Size ilham veren ve yola çıktığınız olay ne oldu?

Eytan: Gençken Yahudi Cemaatinde düzenlenen Soykırım anmalarının hep içinde oldum. Orada hep şu soru vardı: “Bu sene insanları şaşırtacak ne yapabiliriz?” Sanki sürekli işin teatral dozunu arttırma ihtiyacı vardı. Bunun etik sınırlarının ne olduğunu uzun süredir sorguluyordum. Yaklaşık dört yıl önce, Haaretz gazetesinin internet sayfasında yarışma hakkında yazılmış bir makaleye rastladım. Makaleye eşlik eden fotoğraflar çok sarsıcıydı. Nasıl hissedeceğimi bilemedim: Güzellik yarışması gibi son derece problemli ve yüzeysellik üzerine kurulu bir organizasyonun, Soykırımın travmasıyla birleşmesi beni uzun süre düşündürdü. Sonunda da, “Madem bu konu üzerine bu kadar düşünüyorsun, git ve bununla doğrudan yüzleş” dedim kendi kendime. İsrail’in sağcı politikalarını destekleyen Hıristiyan Evangelist bir kurumun yarışma sponsoru olduğunu araştırma aşamasında, sonradan öğrendim. Bu da projeyi bambaşka bir boyuta taşıdı. Soykırım’dan kurtulmuş kadınlara yarışma için tekrar numara verilmesi, Sara Netanyahu’nun bir yarışmacının sözünü kesip salona VIP girişi yapması veya Auschwitz’ten kurtulduğu için jürinin yarışmacılara ek puan vermesi gibi anlara tanıklık etmek benim için son derece rahatsız ediciydi.

Türkiye-Fransa-İsrail-Almanya ortak yapımı bir proje olmuş. Dört ülkeyi aynı paydada buluşturmayı nasıl başardınız, zor oldu mu?

Yoel: Adım adım gelişen bir süreç oldu. Öncelikle filmi Hayfa’da çekeceğimiz için İsrail’de bir ortağa ihtiyacımız vardı. Spiro Films, İsrail’in en genç ve cesur sinema firmalarından. Onlarla iletişime geçtiğimizde yeni ‘Foxtrot’ filmiyle Venedik’te Gümüş Ayı Ödülünü almışlardı. Fikrimizin çalınmasından korkuyorduk ama Spiro Films’de aradığımız güven ve pragmatizmi bulduk. Daha sonra nakde ihtiyacımız olduğu süreçte Almanya’dan Welt Film projeye yatırım yapmaya karar verdi. Son olarak da Fransa’da Carine Chichkowsky projeye ortak yapımcı olarak katıldı. Projeye en yüksek finansman da onun sayesinde sağlanmış oldu.

Filmin dünya prömiyeri Avrupa’nın en önemli belgesel festivallerinden Visions du Réel Film Festivalinde yapıldı. Ardından Saraybosna, Odesa gibi uluslararası festivallerde de izleyiciyle buluştunuz. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Eytan: Yarışmaya katılan Soykırım kurtulanlarına tepeden bakmayan ama aynı zamanda yarışmanın kendisine dair sorgulamaları olan bir film yapmaya çalıştık. Film hakkında çıkan yorumlarda bunun anlaşıldığını görmek güzel. Onun dışında “Eleştirisi yeterince net değil” şeklinde yorumlar da aldım, “Çok sert bir film yapmışsınız” diyenler de oldu. Bu muğlaklık aslında benim sevdiğim bir durum. Biraz da izleyicinin filme nasıl bir yerden baktığıyla ilgili. Mesela filmi izlettiğim İsraillilerin neredeyse tamamı filmi çok sarsıcı buldu. Lugano İnsan

Hakları Film Festivalindeki gösterim sonrasında ‘Soykırım, Acılar ve Gösteri (Spectacle)’ temalı bir panel düzenlenmesi beni çok sevindirdi.

Yoel: Örneğin Fransa’da Le Monde’da, ABD’de Filmmakers Magazine’de çok güzel eleştiriler çıktı. Kuzey Amerika’da yakın dönemde Locarno’yu kazanan ‘Vitalina Varela’ gibi başarılı sanat filmlerini dağıtarak kendine isim yapan Grasshopper film firması dağıtımı üstlenecek. Zaten bahsettiğiniz festivallerin filmi seçmesi başlı başına pozitif.

“ACILARIN YARIŞTIRILDIĞI BİR YARIŞMAYLA YÜZLEŞMEK BENİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ”

Belgeselin konusu 2011’den bu yana her yıl Hayfa’da Nazi Soykırımından kurtulan kadınlar arasında düzenlenen bir güzellik yarışması. Tanıtımda “Miss Holokost Survivor’da yönetmen Eytan İpeker, 2016’da bu yarışmaya katılan Sophie Leibowitz’in hikâyesini ele alarak toplumsal belleğin nasıl zaman aşımına uğrayıp siyasi bir gösteriye dönüştüğünü sorguluyor” ifadeleri de yer alıyor. Size göre sinema adına bırakılan her eserin toplumsal bir mesajı olmalı mı? Bu yapımla siz izleyicilere ne anlatıyorsunuz?

Eytan: Bir sanat eserinin illa ki toplumsal bir kaygısı olması gerektiğini düşünmüyorum. Bu filmin ucu açık, izleyiciye alan bırakan bir yönü olmasını istedim. Acıların yarıştırıldığı, milliyetçi duyguların körüklendiği ve kaybedenlerin güzellik kremiyle uğurlandığı bir yarışmanın varlığıyla yüzleşmek benim için çok önemli. Öte yandan Sophie gibi çok kişisel sebeplerle yarışmaya katılan kadınlar için böyle bir organizasyonun ne ifade ettiğini anlamamız gerekiyor. Peşin yargıları olmayan ve bu türden çelişkileri içinde barındıran bir film yapmayı amaçladım.

Holokost konusunda yeni neslin yeterince bilinçli olduğunu düşünüyor musunuz? Toplumsal belleği kaybetmemeyi nasıl başarabiliriz?

Eytan: Holokost zaman içinde bir takım klişeler içerisinde anılmaya başlandı ve bu son derece problemli. “Bir daha asla” söylemini, sanki halen 1946’daymış gibi kullanamayız. O günden bugüne pek çok acılar yaşandı. Gençlerin Holokost’u giderek geçmişin bir parçası olarak algılaması, biraz da bundan. Holokost’u günümüz perspektifinden yorumlama konusunda ‘Holokost ve Kolektif Hafıza’ (Peter Novick), ‘Eichmann Kudüs’te’ (Hannah Arendt), ‘Modernite ve Holokost’ (Zygmunt Baumann) gibi kitaplar benim için çok önemli oldu. Ayrıca şunu da eklemek isterim: Geçmişte yaşanan acıların milliyetçi anlatıları desteklemek için kullanılmasını oldukça tehlikeli buluyorum. Geçmişi bu şekilde hatırlamak bizi başkalarının acılarına karşı duyarsız hale getirebilir. En azından bu tehlikenin farkında olmak lazım.

“BAZEN YAPIMCI OLARAK ORTAMA BİR DOZ SOĞUKKANLILIK AŞILIYORUM”

Birlikte insanların belleklerinde iz bırakacak birçok çalışmaya imza atıyorsunuz. Birbirinizi eleştirir misiniz, en çok çatıştığınız noktalar nelerdir?

Yoel: Eytan’ın projeleriyle kurduğu ilişki çok kişisel, dolayısıyla da çok tutkulu. Bazen yapımcı olarak ortama bir doz soğukkanlılık aşılama gereği hissettiğimi söyleyebilirim. Zaten yapımcı/yönetmen ilişkisinin kaçınılmaz olarak çatışma yarattığını söylemek lazım: Yönetmen ruhunun en derinlerinden gelen bir hayali ekrana yansıtmaya çalışırken, yapımcı sektörün gerekleriyle bu hayalin arasındaki çatışmaları yönetmene yansıtmakla sorumlu kişi. Yapımcı olarak bazen kendinizi evrenin bütün çirkinliklerini temsil eden kişi konumunda buluyorsunuz. İnanın bazen benim de kalbimi acıtan bir pozisyon.

Eytan: Yoel son derece kreatif bir yapımcı. Projenin iyi olması için yönetmenle beraber hayal kuruyor, kendi fikirlerini masaya koyuyor. Estetik gözüne güvendiğim için, onun filtresinden geçmeyen fikirlerime şüpheyle bakıyorum. Ama bu süreç bol bol tartışmayı gerektiriyor ve bazen işlerin kızıştığı oluyor; ikimiz de heyecanlı kişiliklere sahibiz. Bir de şu var: Bütçeye dair verilen her karar, aynı zamanda kreatif bir karar. Örneğin iyi bir görüntü yönetmeniyle beş gün çekim yapmak mı, kendi kameranızla on beş gün çekim yapmak mı? Dolayısıyla ben de ister istemez kendimi sürekli bütçe tartışmalarının içinde buluyorum.

Genelde anlatılacak bir hikayesi olan ya da insanlara bilgi katan projeler yapmayı tercih ediyorsunuz. Bir gün sizi popüler kültür dünyasının içinde ya da bir gişe filminde görür müyüz?

Eytan: Neden olmasın? Bu tür ayrımları kendi adıma çok önemsemiyorum.

Yoel: Bence sanat filmlerini gişe filmlerinden bu kadar ayıran ve ara alanı yok eden kültürel/ekonomik değişimi sorgulamak lazım. Sinema tarihinde 1950’lerin Hollywood’u gibi en üst düzey sanat ile gişenin ortak paydada buluştuğu birçok dönem var ve şu andaki ayrım devam edecek diye bir şart yok. Dolayısıyla da evet, bir gün öyle bir fikir çıkar ki, sanatsal dürtüler bir şekilde gişenin ihtiyaçları ile uyuşuyordur, neden olmasın? Ama kendi adıma sanatsal olarak beni tatmin etmeyen bir gişe filmi yaptığımı göremiyorum. Bilmem de zaten neyin işleyip işlemeyeceğini.

“TÜRKİYE’DE, FESTİVAL FİLMLERİ ÇATIK KAŞLI ALGISI VAR”

Türkiye’de festival filmlerinin izleyicilerinin sadece belirli bir kitle olması ve bu filmlerin pek çoğunun gişede aradığını bulamaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunu değiştirmek için nasıl bir yol izlemek gerekir sizce?

Yoel: Festival filmlerinin çatık kaşlı olduğu gibi bir algı var. Hâlbuki festivallerde izlediğimiz filmlerin çoğu mizahi filmler. Ama onun dışında bu söylediğiniz sorunun tek bir çözümü olduğunu düşünmüyorum. Okullardan itibaren sinema eğitimi verilmesinden tutun, sinemateklerin açılıp insanlara genç yaşta sinema sanatının sevdirilmesine veya festivallerin finansal olarak daha çok desteklenmesine. Ama öncelikle toplumdaki güç pozisyonunda olan insanların sanatın bir lüks değil, toplumların uzun vadede hayatta kalmaları için olmazsa olmaz olduğunu görmeleri gerekiyor. Yeni ifadelerin ve açılımların olmadığı toplumlar sonunda çürür ve içe doğru çöker.

Yapımcılığını üstlendiğiniz ‘Albüm’ filmi 2016 Cannes Film Festivalinin Eleştirmenlerin Haftası bölümünde Yenilikçilik Ödülü almıştı. Sinemayla ilgili en büyük hayalleriniz nedir? Mesela bir gün Altın Palmiye aldığınızı hiç düşlediniz mi? Ödüller sizin için ne kadar değerli?

Eytan: Ödüller ve festivaller kariyerim açısından çok önemli. Ayrıca insanın anlaşıldığını hissetmesi de çok güzel. Ama sinemayla kurduğum ilişki çok daha kişisel. Beni heyecanlandıran, ilgimi çeken projeler olduğu sürece hayatımdan memnunum.

Yoel: İnsan tabii ki yaptığı işin takdir görmesinden mutlu oluyor. Ve tersi durum yaşandığı zaman da motivasyonunuzu kaybedebiliyorsunuz. Ama açıkçası uzun vadede bence çok bir anlamı da yok. Ödüllerin kendi dönemlerinin kurumsallaşmış sanatsal algılarını temsil ettiğini düşünüyorum. Yeni bir sinema dili yaratan yönetmenler de doğal olarak bu algıların kendileriyle çatışıyor.

“PANDEMİ DÖNEMİNDE VİDEO GÜNCESİ TUTTUM”

Pandemi dönemini yaratım/ üretim süreci olarak nasıl geçirdiniz? Bizi bekleyen yeni projeleriniz neler?

Eytan: Bu senenin önemli bir kısmını belgeselim üzerine çalışarak geçirdim. Şu sıralar Almanya’da yeni bir belgesel projesinde kurgucu olarak çalışıyorum, bu sene içinde tamamlanacak.

Yoel: Şu anda kendi iki uzun metrajımı geliştiriyorum. Biri Güney Afrika’da çektiğim bir belgesel, onun için Fransız yapımcımla finansman sürecindeyiz. Diğeri de Paris’te çekmeyi planladığım güncel bir Balzac adaptasyonu. Pandemi dönemi benim için yaratıcı geçti, örneğin bir video güncesi tuttum. Hem bana o zor dönemi duygusal olarak yönetmek için iyi geldi, hem kişisel bir proje olduğundan sinema üzerine özgürce düşünme alanı açtı.

“TÜRKİYE YAHUDİ CEMAATİ’YLE İLGİLİ PROJELER YAPMAK İSTİYORUM”

Türkiye hikâyeleri ve bu topraklarla ilgili bir film çekecek olsanız, hangi konuyu işlemek isterdiniz? Türk yönetmenlerden en sevdiğiniz isimler arasında kimler var?

Yoel: Türkiyeli yönetmenler arasında yapımcı olarak çalıştıklarım dışında en sevdiklerimden bazıları, Belmin Söylemez, Tayfun Pirselimoğlu, Zeynep Güzel, Melisa Önel, Mahmut Fazıl Coşkun, Yasemin Akıncı, Ekrem Serdar ve maalesef çok erken kaybettiğimiz Seyfi Teoman. Burada yönetmenlerin dışına çıkarak geçtiğimiz sene kaybettiğimiz efsane kurgucu Ayhan Ergürsel’i de anmak isterim.

Eytan: Eski kuşak yönetmenlerden mer Kavur her zaman bana büyük ilham kaynağı olmuştur. Türkiye’de umarım başka projeler yapabilirim. Sanırım Türkiye Yahudi Cemaati içinde geçen projeler yapmak isterim çünkü çok yakından tanıdığım bir toplum.

Genç yaşınıza rağmen uluslararası kariyer alanında çok sağlam adımlar atmışsınız. Sizin gibi genç sinemacılara bu sektörde tutunabilmeleri için ne önerirsiniz?

Yoel: Kendi komünitelerini, sinemasal ailelerini yaratmalarını öneririm. Çalıştığım oyuncuların veya yönetmenlerin bana güveni olmasaydı şu ana kadar yaptıklarımın çeyreğini yapamazdım.

Eytan: Yoel’in söylediğine birebir katılıyorum. Bir de uzun metraj film setlerinde bulunmak, yapım sürecini gözlemlemek ve film profesyonellerini yakından tanımak için çok güzel bir ortam.

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün