Auschwitz’te kahraman rahip: 16670

O kadar büyük bir yıkımdı ki Holokost, o kadar büyük acılara şahitlik etti ki; isimlerden çok sayılar, numaralar konuşuluyordu. Ama 16670 bir sayıdan çok daha fazlası…

Dünya
19 Ağustos 2020 Çarşamba

LİZA CEMEL

Ölümünün üstünden tam 79 yıl geçti. Hikâyesi okuyanı etkilemeye, akılda yer etmeye devam ediyor. Neden mi? Çünkü hikâyeler ölümsüzdür. Yükselip çöken imparatorluklar, savaşılan savaşlar, gelip geçici düzenler… Aslında hepsi tarihin kısmen önemli bir parçasını oluşturmasına karşın, çoğu tarihten öteye geçememiştir. Aslolan, o küçük gibi görünen ama birçok hayata dokunmayı başarabilmiş hikâyelerdir.

1894 yılında Polonya’da doğan Maximilian Kolbe’nin babası etnik bir Alman, annesi ise Polonyalı idi. 12 yaşındayken hayalinde gördüğü Meryem Ana figürü ile hayatının değiştiğini ileriki zamanlarda hep dile getiren Kolbe, abisi ile küçük yaşlardan itibaren din eğitimine yöneldi. Fransiskan papaz okulu ile başlayıp, eğitimini Roma’da felsefe ve ilahiyat okuyarak devam ettirdi. 

1918 yılında rahip olan ve Polonya’ya geri dönüş yapan genç Maximilian, inancından aldığı güçle doğan çalışmalarını da bu süre zarfında aktif bir şekilde yürüttü. İlahiyat alanında eğitimler, yönettiği dini yayınlar, Doğu Asya’da göreve gitmesi ve Varşova yakınında kurduğu manastır gibi faaliyetlerle birçok gence de önayak oldu.

II. Dünya Savaşı’nın baş göstermesi ile Kolbe, manastırda kalan birkaç rahipten biri oldu. Lakin Almanların yaşadığı şehri ele geçirmesi ve onu tutuklamaları pek de uzun sürmemişti. Ama aslında birçoğunda olmayan bir şans(!) vardı onda. Etnik Alman soyunu yasal olarak tanıdığı takdirde Alman vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olabilme gibi bir olanağı varken bile bunu kabul etmeyen ve prensiplerinden şaşmayan biriydi.

Cezaevinden çıktığı gibi de inandığı şeyler için savaşmaya devam etti. Kişiliği düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı değil, ama belki de birçok kişi böylesine bir tehlikeyle karşı karşıya geldiğinde ideallerini bir kenara bırakma zorunluluğu hisseder ve geri çekilir. Aksine Aziz Kolbe bu sefer de aralarında 2000 Yahudi’nin bulunduğu sığınakçıları, dönemin Alman zulmünden sakladı. Hem de bunu kurduğu ve yönettiği, aynı zamanda Nazi karşıtı yayınları hazırladığı Niepokalanów Manastırında yaptı!

Manastır, büyük çabalara rağmen Almanlar tarafından 1941’in şubat ayında kapatıldı. Gestapo tarafından tutuklanan ve ilerleyen aylarda da Auschwitz’e gönderilen Kolbe, ölüm kampında bile dini kimliğinden vazgeçmedi ve her fırsatta da bilgilerini etrafındakilere aktardı.

Açıkça söylemek gerekirse, Aziz Maximilian Kolbe tahmin ettiğimden de çok iyilik yapmış. Onu cesaretiyle ve fedakârlığıyla tanıdığım hareketi yukarıdakilerden biri değildi. Ama onun hakkında okudukça, bir ömre çok fazla hikâye ve manevi değer sığdırdığını fark ettim. Belki de en önemlisi bu, ‘doğru’ inandığını yapmak ve vicdanen rahat olmak…

Gelelim asıl olaya… Temmuz 1941, kamptan kaçmaya çalışan mahkûmu cezalandırmak için rastgele vurulan on kişi. Aslında mahkûmdan öte bir insan, belki bir baba, eş, evlat, kardeş, ağabey… Bir hayata sığdırılmış onca hikâye, anı, gülümseme ve eğer şanslılarsa mutluluk gözyaşları… Ama karşı taraf için pek de zor olmayan bu karar, ölüme terk ettikleri için sonu olmayan ve geri dönülmez bir çukur gibiydi.

Seçilenlerden biri, Franciszek Gajowniczek bir baba ve bir eşti. “Karım ve çocuklarım…” diye ağlayan bu tutuklunun yerine geçen de Aziz Kolbe oldu. Pek de düşünmeden, içinden geldiği içindi aslında. Gardiyanın “Sen kim olduğunu sanıyorsun?!” gibi sorularına bile, “Katolik bir rahibim, onun yerini alacağım” demesi gardiyanları bile şaşırtmaktan öte etkilemişti. Kanımca yaşlı ve belki de kendilerince daha az işe yarar gibi gördükleri rahibin bu isteğini kabul ettiler.

Ölüme terkedilmeden önce iki hafta aç ve susuz bırakılan mahkûmlardan yalnızca Aziz Kolbe hayatta kaldı. 14 Ağustos 1941’de de karbolik asit enjekte edilerek öldürüldü Maximilian Kolbe.

Bence Kolbe’nin görmek isteyeceği şeylerden biri, uğruna yaşamını feda ettiği adamın Auschwitz’ten kurtulup karısına kavuştuğu, seneler sonra; 1971’de Vatikan’da onun kutsanma törenine katıldığı, onun anısına konuşmalar yaptığı ve hikâyesinin nicesi tarafından anıldığıdır. 

Hatta onun anısına birden fazla film yapıldığıdır! Benim çok ilgimi çekmişti, işte o meşhur sahne: https://www.youtube.com/watch?v=mu-aHVDAID4

Velhasıl, hayat gerçekten de yaptığımız seçimler etrafında dönüyor, kararların hamuruyla yoğruluyor ve şekilleniyor. Hangi kararları vereceğimiz, hangi yolları tercih edeceğimiz bize kalmış. Ama günün sonunda ne yaparsan yap, insanlığa; doğaya; dünyaya daha iyi bir bugün, daha iyi bir gelecek bırakmak için uğraş. Uğraş ki bir hikâyen olsun, uğraş ki en az bir kişinin hayatına dokun.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün