Ölümsüzler Soyu

Arda EŞBERK Perspektif
25 Eylül 2019 Çarşamba

 

 

“Selam size, Zeus’un kızları, verin bana o büyülü sesinizi ve kutlayın benim dilimden ölümsüzler soyunu

 Nasıl doğdu her varlığı borçlu olduğumuz tanrılar, nasıl paylaştılar şanları şerefleri ve nasıl yerleştiler kıvrım kıvrım Olympos’a…

 Biz ki doğduk toprak ana ve yıldızlı gökten, karanlık geceden, suları acı denizden. Rhea doğurdu Zeus'u, beni (Poseidon), ölülere hükmeden Hades'i, dünya üçe bölündü, üçümüz de aldık payımızı, köpüklü deniz ve engin okyanuslar  düştü bana...”

 

 

Tarihler 16 Mayıs 2015’i gösteriyordu. Sıcak bir Ege akşamında Aydın’ın Söke ilçesindeki Priene Antik Kentindeydim. Binlerce yıllık amfi tiyatroda Ayla Algan’ın yönetmenliğindeki ‘Anadolu Tanrıları’ tiyatro oyununda, denizler tanrısı Poseidon’u canlandırıyordum. Kendi oluşturduğum oyun metninde yukarıda yazdığım, Yunan mitolojisinde ki ölümsüzler soyunun yaratılışından bahsediyordum...  Peki, kimdi bu ölümsüzler? Nereden gelmişlerdi? Onları nerede aramalıydık? Bu soruların cevapları için tanrıların mekânı Olympos’a doğru, gizemli ve heyecan verici bir yolculuğa çıkmaya hazır mısın?

Tanrılar konusu ile ilgili popüler kültürdeki en ilginç teorilerden biri, Yahudi asıllı yazar Zecharia Sitchin’e aittir. Onun teorisi Anunnakiler, Sümerce ‘göklerden inenler’ üzerine kuruludur. Sitchin’e göre, Annunakiler, güneş sistemindeki gizemli, henüz keşfedilmemiş, onuncu gezegen olarak adlandırılan Nibiru’dan gelmişlerdi. Anunnakiler, kendi gezegenleri Nibiru’nun atmosferini yeniden düzeltmek için altın elementine ihtiyaç duyuyorlardı. 430 bin yıl önce İran Körfezi bölgesine inip, gezegenimizi altın madenciliği yapmak için kolonize etmişlerdi. Dünyadaki altını çıkartmak adına, işçi görevini yerine getirecek insanı yaratıkları anlatılır Sümer tabletlerinde. Yazılanlara göre Nibiru, güneş etrafındaki bir turunu 3600 Dünya yılında tamamlıyordu. Yine bu tabletlerden yola çıkarak bazı araştırmacılar Annunakilerin yakında uzaydan dünyaya ineceklerini ifade ederken, bazıları da onların hâlihazırda dünyayı zaten yönettiğini iddia ediyor.

Bu iddialar tartışıladursun biz Anunnaki kelimesinin diğer kültürlerdeki karşılıklarına bakalım. Anunnaki eski İbranice Anakeim ve Elohim’e ve Mısır dilinde Neter’e karşılık gelmektedir. Eski Mısır’da ‘Neter’ olarak adlandırılan bu arketipleri çevirmenler ‘Tanrılar’ olarak tercüme etmişlerdi. Ancak modern dini anlayışı yansıtan bu çevirinin Mısır kökenli ‘Neter’ kavramını doğru bir şekilde yansıtıp yansıtmadığı da tartışma konusudur.

Arketipler olarak adlandırılan bu kavramlar üzerine araştırmalar yapmış en önemli kişilerden biri ise Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’tur. Analitik Psikolojiye göre her insanın bir kişisel ‘bilinçaltı alanı’ ve ‘bilinçdışı alanı’ vardır ve her biri toplumsal yani ‘kolektif bilinçaltı’ ve ‘kolektif bilinçdışı’ ile bağlantılıdır. Jung’a göre bilinçdışı birkaç dereceli ‘güç odaklarına’ bölünmüştür. Bu güç odakları tek kaynaktan gelip ayrışmış, bölünmüş ve bilinçdışını oluşturan toplam güçleri meydana getirmek üzere dağılmışlardır. Bu güç odaklarına günümüzde bilinçdışının ‘arketipleri’ denmektedir. Jung, “Tanrı, insanın yardımı olmaksızın, kendisinin gerçekte akıl almaz bir biçimde ulvi ve gizemli bir şekilde çelişkili tasavvurunu oluşturdu ve bir arketip, arketipal ışık olarak onu kişinin bilinçdışına soktu…” diye anlatır. Jung, arketiplerin her yerde bulunduğunu, bütün kültürlerde ve tarihsel dönemlerde ortaya çıktığını varsayar. Ortak bilinçdışının tezahürü olarak Tanrı da, Jung’a göre, bir arketiptir ve Tanrı tasavvurunun (imago Dei), olağanüstü önemli bir arketip olduğuna inanır.  Jung’un mesajı ise, ‘içerideki Tanrı’nın’ keşfedilmesidir. “Kendini keşfetme serüveni, aynı zamanda Tanrı’yı keşfetme serüvenidir” der.

2 Nisan 2010 yılında vizyona giren ‘Titanların Savaşı’ filmi de şeytanlarla ve korkunç canavarlarla olan savaşı kazanmasının tek yolu, tanrı olarak kendi güçlerini kabul etmek durumunda olan bir kahramanın hikâyesini anlatır. İyi ve kötünün arasında, yaratılıştan beri devam eden çatışmanın, görsel efektlerle aktarıldığı, bu destansı filmde, tanrılar arasında amansız bir mücadele verilmektedir. İnsanlar krallara karşı ve krallar da tanrılara karşı düşmanlık beslemektedir. Her şey yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bir tanrı olarak doğmuş, ancak insan gibi yetiştirildiği için bunun farkında olmayan Perseus dünyevi ailesini yeraltı dünyasının tanrısı Hades’e karşı koruyamayacaktır. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan kahramanız babası Zeus’un desteği ile şeytanlar kralı Hades’e karşı çok tehlikeli bir görevi başarmak zorunda kalacaktır.

Kutsal kitaplardaki metinlerle, mitolojik metinlerin, aynı şeyi anlattığını ve hatta kutsal metinlerin mitolojilerden etkilendiğini söyleyen Joseph Campbell’a göre; kendi köklerimizi kabul noktasında, bizim Perseus’tan hiçbir farkımız yoktur. Campbell, gündelik hayatın kaygılarıyla boğuşan ve bu nedenle de iç dünyasıyla ilgilenemeyen modern dünya insanının ruhani literatüre çok aşina olmadığını ifade etmiştir. Bu literatüre hakim olan Campbell kafamızı gökyüzüne kaldırarak göklerden inecek Anunakileri beklemek yerine “Bütün tanrılar, tüm cennetler ve cehennemler senin içinde” diyerek tanrıları aramız gereken yerin yine kendi içimiz olduğunu bize hatırlatmaktadır.

Binlerce yıldır olduğu gibi gücü dışarıda arayıp sorumluluğu göklerden gelecek olanlara yükleyebilir ya da aradığımız tanrısal gücün aslında içimizde olduğunu hatırlayıp kendi sorumluluğumuzu üstlenebiliriz: Seçim sizin!

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün