Marsilya’da yolları kesişen göçmenler: Transit

Konusunu 1942 tarihli bir romandan alan film, ölmüş bir yazarın kimliğini üstlenip, Marsilya üzerinden Meksika’ya kaçmaya çalışan bir Alman gencinin öyküsünü anlatıyor. Film, konusu itibarıyla ‘Casablanca’ ve ‘Profession: Reporter’i akla getiriyor. Anna Segher’in romanını günümüz Marsilya’sında anlatmakla, Petzold ‘mülteci konusunda değişen bir şey yok’ diyor. Film, sınırlar, toplumsal hafıza ve zaman temaları aracılığıyla, göçmenlik ve arada kalmışlığa dair sinemasal bir tartışma alanı açıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
20 Eylül 2018 Perşembe

Günümüz Alman sinemasının en yaratıcı isimlerinden biri olan Christian Petzold, II. Dünya Savaşı konularına olan zaafını, önceki iki önemli filmi olan ‘Barbara’ (2012) ve ‘Yüzündeki Sır/Phoenix’te (2014) göstermişti.

Petzold, aynı döneme odaklanan üçüncü filmi ‘Transit’ ile ‘Baskı Dönemlerinde Aşk’ olarak adlandırdığı trilojisini tamamlamış oluyor.

1960 doğumlu, vaktiyle Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçmış bir ailenin oğlu olan, Berlin Okulu’nın önemli isimlerinden Petzold, bu trilojisinde göçmenlik sorununu, arka planda II. Dünya Savaşı dönemini fon olarak kullanan filmlerle işledi.

Anna Segher’in 1942 tarihli romanını, senaryosunda günümüz Marsilya’sına taşıyan Petzold, hem tarihi bir olayı, hem günümüzün mülteci sorununu aynı zamanda işleme fırsatı buluyor. Şubat ayında Berlin Film Festivali’nden eli boş ayrılan ‘Transit’i sıcağı sıcağına 37. İstanbul Film Festivali’nde izlemiştik.

Film, II. Dünya Savaşı sırasında Paris’i işgale hazırlanan Almanlardan kaçan, savaş suçlusu ilan edilmeden kapağı bir Latin Amerika ülkesine atmaya çalışan birkaç Alman’ın öyküsüne odaklanıyor.

Basit bir tamirci olan Georg, elinde evrakları bulunan, ölmüş bir yazarın kimliğini üstlenip Marsilya üzerinden Meksika’ya gitmeye hedeflenir. Filmde Georg’un Marsilya’da müdavimi olduğu bir restoranın barmeninin anlatıcı sesi kullanılır.

‘Barbara’ ve ‘Phoenix’te iki kadın karakterin savaş sonrası travmasını işleyen Petzold, ‘Transit’te tarihten ödünç aldığı hikâyesinde bir erkeği anlatıyor.

Filmografisinin başyapıtı ‘Barbara’da, yönetmen Doğu Almanya’dan Batı’daki sevgilisinin yanına kaçma planları yapan, Nina Hoss’un canlandırdığı bir çocuk doktorunun hikâyesini anlatmıştı.

Aynı aktris ‘Yüzündeki Sır’da toplama kampından kurtulunca yüzü tanınmaz hale gelen, kimlik krizi yaşayan, toplumsal hayattan dışlanan acılı bir kadını oynamıştı.

Marsilya’da vize alarak kendilerini Meksika’ya götürecek bir gemiye binme peşindeki insanlar arasında bir ikilem yaşayan Georg üzerinden, Petzold günümüz göçmen krizine ‘Transit’te Avrupa’nın geçmişinden bakıyor.

 

AİDİYET VE KİMLİK SORUNU

Film, kahramanlarının 1940’lardaki gibi değil de günümüzün giysileriyle dolaştığı, arka planda yüksek binaların gözüktüğü bir coğrafyada anlatılırken, Petzold mülteci sorununda değişen bir şey yok demek istiyor.

Film, sınırlar, toplumsal hafıza ve zaman temaları aracılığıyla, göçmenlik ve arada kalmışlığa dair sinemasal bir tartışma alanı açıyor.

Konunun geçtiği zamandan günümüze 75 yıl geçmiş olmasına rağmen, film mülteci krizi ve yabancı düşmanlığı konusunda hiçbir şeyin değişmediğini söylüyor.

Filmin konusuna gelince; Alman birliklerinin Paris’e doğru ilerlediği günlerde, Georg paraya ihtiyacı olduğu için bir mektubu bir yazara taşıma işini kabul eder.

Gittiği otel odasında Komünist bir yazar olan Weidel’in cesediyle karşılaşır. İntihar etmiş yazarın kimliğini ve belgelerini üstlenerek Georg, Meksika’ya gitmeyi tasarlar. Amerikan Konsolosluğunda transit vizesi alıp gemiyi beklemeye başlar.

Orada rastladığı Kuzey Afrikalı hasta bir çocuk ve onun dilsiz annesiyle yolu kesişince kendilerine yardım eli uzatır. Marsilya’da Meksika vizesi almak için uğraşan yazar Weidel’in karısı Marie’ye rastlar. Kendisinden kocasının ölümünü gizler.

Marie’nin ilişki kurduğu Doktor Richard da Meksika’ya kaçma peşindedir. Georg, Marie’ye âşık olunca planlarını değiştirmek zorunda kalır.

Film, bir liman şehrinde yolları kesişen, değişik yaşlarda, çeşitli sosyal sınıflardan gelme insanların yazgısını sergileyen sürprizli bir final ile noktalanır.


GÖÇMENLİK SORUNUNDA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

Christian Petzold, ‘Barbara’dan sonra ‘Transit’te de gitmek mi zor, kalmak mı ikilemini işlemeyi sürdürüyor.

Ölen bir insanın kimliğini üstlenerek hayatının şansını yakalayan Georg, tıpkı Batı’ya kaçma şansını yakalayan öğretmen Barbara gibi tereddüt geçiriyor.

Georg, en kolay çözüm olan limana yanaşmış gemiye mi binmelidir, yoksa delice tutulduğu Marie’ye mi o şansı tanımalıdır? Veya hasta Afrikalı çocukla dilsiz annesine mi yeni bir dünyanın kapılarını açmalıdır?

II. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçma konusundaki tereddüdün canlı örneği Stefan Zweig idi. Maria Schroeder ‘Şafak Sökmeden/Farewell to Europe’ (2016) filminde Zweig’in yaşadığı ikilemi anlatmıştı.

Nazi Almanya’sından kaçmayı başaran, Arjantin ve Brezilya’da krallar gibi karşılanan Zweig, yaşadığı travmanın üstesinden gelemeyince, eşiyle birlikte intihar etmişti.

‘Transit’, konusuyla iki başyapıtı akla getiriyor. İlki Michael Curtiz’in savaş günleri aşk filmi klasiği olan, üç Oscar Ödüllü ‘Casablanca’sı (1942). Humprey Bogard ile İngrid Bergman’ı sinema tarihinin en ünlü çiftleri arasına sokan filmin unutulmaz melodisi ‘As Time Goes By’, aradan 76 yıl geçmesine rağmen günümüzde sevilmeyi sürdürüyor.

İkinci film, Michelangelo Antonioni’nin 1975 tarihli filmi ‘Yolcu/Profession: Reporter’da, gazeteci David otelde tanıştığı bir adamın ölümü üzerine, onun kimliğine bürünerek yeni bir hayata başlamayı amaçlıyordu. Ancak Jack Nicholson’un canlandırdığı gazeteci, David, gerçek kimliği meydana çıkınca hayat boyu polisten kaçmak durumunda kalacaktı.

İki başrol oyuncusuna gelince: Dudağı yarık Joaquin Phoenix’e ikiz kardeş gibi benzeyen genç Alman aktör Franz Rogowski’yi (32) Michael Haneke’nin son filmi ‘Mutlu Son’ (2016) ve Victoria’daki (2015) küçük rollerinden tanıyoruz.

‘Transit’te gizemli Georg rolünde müthiş bir performans sergileyen genç aktör, bu yıl ‘In the Aisles’ ile En İyi Aktör dalında Alman Film Ödülü’nü kazandı. Kendisine ‘Toni Erdmann’dan tanıdığımız Sandra Hüller eşlik ediyor.

François Ozon’un belki de başyapıtı olan ‘Frantz’ında (2016) hayranlığımızı kazanan Alman aktris Paula Beer (23), ‘Transit’te eşini kaybeden acılı sevgiliyi oynuyor. I. Dünya Savaşı’ndan dönmeyen nişanlısı Frantz’ın yasını tutan Anna’dan sonra, II. Dünya Savaşı günlerinde kocası intihar eden Marie’de Paula Beer mükemmel oynuyor.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün