İsrail-Arap Savaşının Baş Sorumlusu: İngiltere

Arthur Koestler’in Bakış Açısından Balfour’dan Bevin’e Filistin İngiliz Mandası

Yusuf BESALEL Perspektif
9 Ağustos 2017 Çarşamba

Eğer İngiliz diplomasisi, bir hayalet gibi Filistin meselesine Mısır, Suriye ve diğer Arap ülkelerini dahil etmemiş olsaydı; Yahudiler ve Ürdün Nehrinin her iki tarafında bulunan Filistinli Araplar arasında, ülkede iç savaş çıkmadan on yıl önce ülke barışçıl bir şekilde taksim edilmiş olacaktı.

 II. Dünya Savaşı’nın sonunda Avrupa’daki Holokost katliamından kurtulan Yahudilerin Filistin’e alınmamasının nedeni için İngiltere Başbakanı Bevin’e danışan bir arkadaşına Bevin şu cevabı vermişti: “Sevgili arkadaşım; ya biz, ya onlar” Biz, İngiliz Milletler Birliği (Common Wealth); onlar da, Filistin Yahudileri anlamındaydı. Aslında, Hagana muzaffer oldukça, tüm Filistin’in Yahudi eline geçmesi işten bile değildi. Fakat İngiltere on yıl kadar öncesine dayanan Birleşmiş Milletler’in taksim kararına dahi itibar etmedi. İngiltere 1917’de Balfour Deklârasyonunda temellerini attığı ‘Yahudi Devleti’ni hatırlamak bile istemiyordu. Hâlbuki ilginçtir, ne Mısır, ne Suriye ve Lübnan, Filistin’in komşuları olmakla beraber, onun sorunlarıyla ilgilenmiyorlardı. Üstelik Ürdün Emiri ve daha sonraları kral olan Abdullah, Yahudiler ile olumlu ilişkilere sahipti; Filistinli Arapları kendi krallığına dahil etmek ve Yahudilere de ayrılan bölümün verilmesini istiyordu. Abdullah, Yahudilerin Ürdün’ü modernleştirmesini de istiyordu; Yahudiler Amman’da bir elektrik santrali kurdu. Kral, çöllerinin yeşertilmesini de istiyordu. Arap ülkelerinin tüm protestolarına rağmen, İsrail ile barış görüşmelerine giren de Abdullah idi.

Şayet İngiliz diplomasisi, bir hayalet gibi Filistin meselesine Mısır, Suriye ve diğer Arap ülkelerini dahil etmemiş olsaydı; Yahudiler ve Ürdün Nehrinin her iki tarafında bulunan Filistinli Araplar arasında, ülkede iç savaş çıkmadan on yıl önce ülke barışçıl bir şekilde taksim edilmiş olacaktı. Bu durumda İngiliz Milletler Cemiyetine esnek fakat güçlü bağlarla ilişkilendirilmiş bir iktisadî federasyon dahi kurabilirdi… Ayrıca Haşimî ve Suudî Vahabiler arasında eski bir rekabet vardı ve Arap âlemi mütecanis bir karşıtlık da arz edemiyordu. Filistin Arapları, Türk hükümranlığından İngiliz egemenliğine geçmeyi kabul etmişlerdi ve bu taksimata da razı olabilirlerdi. İngilizlerin teşvikiyle kiralık askerlerle savaşmayı yeğlediler ve panik içinde kaçtılar. Aslında çözüme karşı olanlar, sadece Hüseyini Partisine mensup efendiler, onlara bağlılık hisseden köy imamları ve Müftü idi. Bunlar, Siyonizm’e ölüm nidaları atmışlar ama önceden topraklarını Siyonistlere satmışlardı. Kutsal Savaşı ilân edenler, iç savaşta Beyrut ve Kahire’ye kaçmışlar ve halk kitlelerini terk etmişlerdi!

1945 Temmuzu’nda İngiltere’de İşçi Partisi iktidara geldiği zaman, Müftü bir savaş suçlusu olarak aranmaya başlandı. “Beyaz Kağıt”ın iptali ve Yahudi ilticasına tahditlerin kaldırılması için teşebbüse geçildi. Bu ortamda İngilizler bir taksim planını öne sürselerdi, Araplar bunu olumlu bir gelişme olarak algılayacaktı.

İNGİLİZLERİN İNTİKAMI

Ama heyhat... İngilizler, konu için bir Kraliyet Komisyonu oluşturdu ve onun tavsiyelerini reddetti. Sonra bir İngiliz-Amerikan Komisyonu atadılar ve onun da tavsiyelerine karşı çıktılar. En sonunda meseleyi Birleşmiş Milletlere götürdüler. BM, Genel Kurul tarafından önerileri tasdik edilen başka bir komisyon daha atadı fakat İngiltere bu önerileri icra etmeyi yine reddetti. İngiltere, bu mantık dışı kararlarını âdeta güçlendirmek adına ülkeye göç eden perişan Yahudi mültecileri kıstırmak için silahlı kuvvetlerini ve donanmasını seferber etti. İngiltere tamamen Yahudi karşıtı olmuştu; Amerika’nın Yahudilerden çıkarı olduğunu bile ima etmeye başladı. İngilizler, ünlü Exodus gemisinin binlerce yolcusunu Kıbrıs’ta bile enterne etmeyip Almanya’ya geri gönderdi. Üstelik İngiltere, BM’nin Kıbrıs’taki kamplardaki mültecileri Filistin’e gönderme kararını da dinlemedi ve aleyhinde bir yasa çıkardı. İngiltere’nin rasyonel karar çıkarmasını beklemek safdillik olurdu. Çünkü İngiltere (Yahudi direniş örgütlerinin İngilizlere karşı savaşının) intikamını alıyordu!

Ancak Bevin’in Siyonizm’i yıkmak için takındığı ısrarlı tavırlar, İngiltere’nin Arap siyasetinde çöküşe yol açtı. Bevin, partisinde bir despot gibi hareket ediyordu ve hükümet yanlısı İngiliz basınının da etkisiyle, İngiliz kamuoyu süratle batının en antisemit toplumu haline dönüşmüştü. İngiltere’nin Filistin politikası, şeytani planlarla bezenmiş psikosomatik bir görünüm arz ediyordu; belki de bütün bu olaylar inceden planlanmış Makyavelist uygulamalar da olabilirdi. Ne var ki, İngiltere’nin iç savaşa karışmamaktaki ikiyüzlü tutumu da, İngiliz demokrasisinin şiddet kullanmama tarzından kaynaklanıyordu ve Yahudi direnişçilerinin işine geliyordu. Bu olaylar örneğin Sovyetler’de cereyan etmiş olsaydı, bu örgütlerin başarılı olma şansı hiç yoktu. Demokrasiler bu gibi durumlarda işe yarayabiliyordu. İlginçtir; neticede İsrail Devleti kuruluşunu iki İngiliz’in tutumlarına borçluydu: Lord Balfour ve Bevin!

İSRAİL DEVLETİNİN KURULUŞUNUN ARDINDAN

Güneyden, kuzeyden ve doğudan olmak üzere beş Arap devleti, İsrail 15 Mayıs 1948’de bağımsızlığı eder etmez, Filistin’i işgal etmeye başladılar. Fakat tahminlerin aksine, Hagana iyi dayandı. Büyük bir Mısırlı askeri birliği, herhangi bir direnişle karşılaşmadan Gazze’den Negev Çölündeki Yahudi yerleşim birimlerine ulaştı. Diğer bir Mısır birliği de Kudüs’ün güneyine ulaşmıştı. Kuzeyde ise, Yahudiler Akko’yu ele geçirdi, Galile ve Ürdün Vadisindeki Suriyelilerin saldırılarını da püskürttü. Samaria’da Iraklı birliklerinin sonuçsuz saldırıları oldu. En ciddi muharebeler, eski Kudüs’te ve hayati bir önemi haiz Kudüs – Tel Aviv yolunda cereyan etti.

Geçici Devlet Konseyinin İsrail’in bağımsızlığını Tel Aviv’de ilân etmesinden 11 dakika sonra, Başkan Truman İsrail’in de-fakto olarak ABD tarafından tanındığını bildirdi; 48 saat sonra Sovyetler Birliği İsrail’i tanıdığını bildirdi. Birkaç gün içerisinde de Guatemala, Uruguay, Polonya, Çekoslovakya ve bazı küçük devletler de İsrail’i tanıdı.

17 Mayıs’ta Güvenlik Konseyindeki ABD Delegasyonu, Filistin’deki durumu “barışa bir tehdit” olarak adlandırıp, Ana Sözleşme’nin 39’uncu maddesine istinaden 36 saat içinde müeyyidelere bağlı olarak çatışmaların bitirilmesi teklifini verdi. 19 Mayıs’ta İngiltere teklife karşı çıktı. Konsey, sadece iki tarafa ateşkesi emretti. Yahudiler kabul etti fakat Araplar reddetti. ABD ve SSCB, Araplara yaptırımlar uygulanmasını önerdi. İngiltere yine karşı çıktı. Araplara 48 saatlik yeni bir zaman limiti tanındı. 26 Mayıs’ta Yahudiler ateşkesi tanıdı; Araplar reddetti. Üçüncü kez ABD ve Sovyetler, tekrar yaptırımların uygulanmasını istediler. Fakat üçüncü kez de İngiltere’den Sir Alexander Cadogan günü geçiştirdi. Konsey bıkmıştı; Filistin meselesinin barışa karşı bir tehdit oluşturduğunu ve yaptırımları bir kenara bıraktı ve İngiltere’nin önerisini onayladı: Buna göre bir aylık bir ateşkes sağlanacaktı. Bunu düzenleyecek ve denetleyecek olan da, BM’nin arabulucusu Kont Bernadotte olacaktı. Her iki tarafa da, başka bir deyimle, bol silahı olan Arap ordularına da, bu konuda yetersiz kalan Yahudilere de, silah ambargosu uygulanacaktı.

İngilizlerin bu oyalama taktiklerinin nedeni vardı: Bu arada Arap Lejyonu Tugayları, Kudüs’ün eski bölümünde tecrit edilmiş Yahudi gettosunu topa tuttular ve darmadağın ettiler. Hatta ünlü kadim Hurva Sinagogunu da dinamitlediler. Adı geçen lejyonerler, 15 Mayıs gecesi İngiliz Ordusundan ve vatandaşlığından ayrılmışlardı. Arap Lejyonu, Kudüs – Tel Aviv yoluna hâkim olan Latrun’daki stratejik manastırı ve polis istasyonunu ele geçirerek yeni Kudüs’teki 100 bin Yahudi’yi İsrail’in geri kalan bölümünden tecrit etti. 30 Mayıs’ta cepheye sürülen acemi genç mülteciler, Arapların top ve makineli tüfek ateşi karşısında tutunamadı ve 200’den fazla ölü verdiler. 31 Mayıs’ta Kont Bernadotte Tel Aviv’e ulaştı ve ciddi bir ateşkes için hemen temaslara başladı. Ama bu arada Doğu Kudüs Arapların eline geçmişti. Ancak İsrail Ordusu da, BM tarafından Yahudilere bırakılmış olan tüm araziyi kontrol altına almış; ayrıca en büyük Arap kenti olan Yafa’yı ve Taksim Planında Araplara bırakılmış olan Hayfa’dan Lübnan sınırına kadar olan kıyı şeridini de ele geçirmişti1.

Beş tefrikadır sürdürdüğümüz ve Filistin’de İngiliz Mandasını anlatan yazımızın sonuna geldik. Dikkatli bir okuyucu, Balfour’dan birkaç sene sonra sözde Yahudi taraftarı olan İngiltere’nin politikasının tamamen Yahudilerin aleyhine döndüğünü ve bölgedeki çıkarları adına, olası her türlü barışı son dakikaya dek sabote ettiğini kolaylıkla görecektir. Sayelerinde Filistin meselesi günümüze dek çözülemeyen bir sorunlar yumağı haline dönüşmüş olup, geleneksel Yahudi düşmanlığının da etkisinde, dünya kamuoyu bu sorunu sâdece İsrail’in üzerine yüklemekte. Hâlbuki dini tarihi bir kenara bırakacak olursak dahi, İngiliz Mandası döneminde veya yakın tarihte cereyan eden olaylar çok mühimdir. Nazilerin Arapların dini liderlerini etkilemesiyle ve İngilizlerin her türlü barış girimini sabote etmesiyle beraber; Arap saldırılarının niteliğinin, o dönemden başlamak kaydıyla, Cihatçı bir kisveye büründüğü idrak edilebilir. Bu yaklaşımda, İngilizlerin de bölgedeki çıkarları uğruna hemfikir oldukları gibi içeriğinde, bir İsrail mevhumu yer almamaktadır. Bu durumda barış da hayaldir. Aynı yaklaşım günümüzde de, terör örgütlerinin hükümranlığında Arap âlemine bir şey kazandırmamakta, bilâkis çok şey kaybettirmekte. İsrail ise ekonomik ve teknolojik olarak gelişmekte ve yeni yerleşim birimleriyle yayılmakta. Burada barışla bağdaşmayan ve ‘ters giden’ bir yöntem söz konusu. Kökenini ve başlangıç noktasını, İngilizlerin geleneksel bölücü, çıkarcı, sinsi ve kindar politikalarını içeren Manda döneminden almakta. İngilizlerin sömürü amaçlı olarak bir ülkeye getirdikleri ‘medeniyet’ ile kamufle olup su yüzeyine saygınlıkla çıkmaları ise, bu gerçeği değiştirmemekte. Bir asır kadar önce Ortadoğu haritasını çizen fakat Çanakkale’de uğradıkları yenilgiyi unutamayan üstelik Türkiye üzerindeki emellerini de gerçekleştirmeyen İngilizler, günümüzde de bölgedeki siyasal aktörler arasında pek görünmemekle beraber; özgün politik tutkularından ve yöntemlerinden vazgeçmedi. Nitekim çok yakın bir geçmişte gazetelerde yer alan bir haber ilgi çekicidir: İngiltere Dışişleri Bakanlığının Ortadoğu ve Afrika’dan Sorumlu Müsteşarı Tobias Martin Ellwood, Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetiminin (IKYB) merkezi Erbil’de IKYB Başkanı Mesut Barzani ile görüşme ve Irak haritası üzerinde incelemeler yaparlarken çekilen bir fotoğrafı da medyada paylaşıldı2.

Tarihsel analizin doğru yapılması, barış kıstasları adına ihmal edilemez bir unsurdur.

 

Kaynakça:

1 “Promise and Fullfilment, Palestine 1917-1949”, Arthur Koestler, London Macmillan and Co. Ltd., 1949, S. 175-189.

2 Sözcü, 16/04/2017, S.11.