IV. Uluslararası İstanbul Opera Festivali -II: BAJAZET – SAHNEYE KOYMAK MI? KOY(A)MAMAK MI?

4. Uluslararası İstanbul Opera Festivali, farklı mekânlarda Türkleri konu alan eserlerin yorumlanmasıyla devam ediyor. Antalya Devlet Opera ve Balesi, Bahçeşehir Kültür ve Sanat Merkezi’nde, Türk besteci Ali Hoca’nın Türkiye-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı kutlamaları için bestelediği Lâle Çılgınlığı adlı operayı, Samsun Devlet Opera ve Balesi, Topkapı Sarayı’nda Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sıyla Okan Demiriş’in IV.Murat’ını sahnelerken, İstanbul Devlet Opera ve Balesi Süreyya Operasında Vivaldi’nin Bajazet / Bayezid operasını sundu

Erdoğan MİTRANİ Sanat
10 Temmuz 2013 Çarşamba

1735’de bestelenmiş olan Bajazet’de, Ankara Savaşı’nı kaybettikten sonra Moğol İmparatoru Timur Han’a esir düşen Yıldırım Bayezid’in trajik ölümü konu ediliyor. Birçok eseri 18. yüzyılda kaybolan, operaları bütün dünyada unutulmuş olan Vivaldi’nin bu eserini tozlu raşardan gün ışığına çıkaran ise ünlü prima-donna’mız Leyla Gencer.

Bajazet bir  pasticcio opera’dır; Vivaldi, operadaki aryaların bir kısmını çoğu Napoli Operası kökenli farklı bestecilerin müziklerinden uyarlamıştır. Döneminde olağan sayılan bu yöntemi besteci simgesel bir amaç için kullanmış: ‘işgalciler / kötüler’,Tamerlano (Timurlenk), Andronico ve Irene’nin aryalarını Napolili bestecilerden alırken, ‘iyiler’, Bajazet, Asteria ve İdaspe’ninkileri kendi bestelemiş. Sevgili Leyla Gencer’in İstanbul Festivallerinde konser verdiği yıllarda sık sık yorumladığı, İrene’nin ünlü aryası Sposa son disprezzata’nın bir Vivaldi bestesi olmadığını ve Geminiano Giacomelli’nin Marullo operasından alınmış olduğunu bu vesileyle belirtelim.

Arya sözcüğünü özellikle kullandım; 2. perdenin sonundaki kısa dörtlü ve finaldeki beşli haricinde eserin tamamı recitativo ve arya’lardan oluşuyor. Aslında çoğu barok operanın standart formatı da böyle: tekli veya ikiliden bir recitativo / konuşma, peşinden bir arya, sonra yine tekli veya ikiliden recitativo / konuşma, ardından başka bir arya,  sonra tekli veya ikiliden... Çoklukla barok opera böylece finale kadar gider. Yazıldığı dönemlerde rahatlıkla kabul gören böylesine durağan bir anlatı, günümüz izleyicisi için tahammül edilmesi zor bir deneyime dönüşebilir. Bu sebeple günümüzün yönetmenleri için barok opera sahnelemek, yaratıcılıklarını ve yeteneklerini konuşturacakları,  parlak ve hareketli bir yorum için her türlü olanağı kullanacakları iddialı bir sınavdır.

Bajazet’in bu prodüksiyonunu Mehmet Ergüven sahneye koymuş. 1947’de doğan, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamlayan Ergüven bir süre Ankara Devlet Konservatuarı’nda sonra Münih’te şan ve sahne yönetmenliği eğitimi görmüş. 1977’de İzmir’e yerleşmiş; İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde aralarında Macbeth, Faust, Fidelio, Falstaff, Uçan Hollandalı, Don Giovanni, Figaro’nun Düğünü olmak üzere çok sayıda operayı sahneye koymuş, Gılgameş’ten Deli Dumrul’a bir dizi Türk operası da sahnelemiş. 2012’de Andante Dergisi’nin düzenlediği 3.Donizetti Klasik Müzik Ödülleri’nde en iyi opera yönetmeni seçilmiş. Ergüven, 1979’da resim eleştirmenliğine de başlamış; Mustafa Horasan, Ergin İnan, Devrim Erbil, Alp Tamer Ulukılıç, Neşet Günal, Neş’e Erdok ve Ahmet Yeşil’in biyografilerini yazmış; çeşitli dergilerde yazdığı görsel ağırlıklı denemeleri, Sesle Renk Arasında (1987), Mavisakal Haklı (1991), Yoruma Doğru (1992), Sırdaş Görüntüler (1995) başlıklı kitaplarda toplamış, Pusudaki Ten (1998), Görmece (1988), Gölgenin Ucunda (2001) , Kurgu ve Gerçek (2003) adlı kitapları da var.

Bajazet, benim İstanbul Operası’nda izlediğim ilk barok opera değil. İki yıl önce, Recep Ayyılmaz’ın sahneye koyduğu Gluck’un ‘Orphée et Eurydice’ inin soluk soluğa izlenen müthiş yaratıcı yorumunu unutmam mümkün değil. Üç kadın (bir contralto ile iki soprano) ve korodan oluşan kadrosu ile her an durağanlığa kayma eğilimi olan eserde Ayyılmaz, Beyhan Murphy’nin koreografisinin de desteği ile koroyu devinimleri ile aktif bir oyuncu olarak kullanmış, Abidin Dino’dan esinlenerek sahneye uyarlanan devasa el figüründen şelaleye, dekorundan kostümüne, Süreyya’nın avuç içi kadar sahnesinde bir süperprodüksyon etkisi oluşturarak son yılların en görkemli prodüksyonlarından birini yaratmıştı.

Son yıllarda, barok çağ operalarını çağcıl yorumlarla sahnelemek moda oldu. Özellikle TV’nin Mezzo kanalında, balesinden pantomimine en akla gelmez katkılarla zenginleştirilmiş, akıcı ve heyecan verici bu tarz yorumları sık sık izlemiş olduğumdan, Mehmet Ergüven gibi deneyimli bir opera yönetmeninden Ayyılmaz’ınkinden de etkileyici, farklı ve dinamik bir yorum bekleyerek gitmiştim.

Perde, Paolo Villa’nın yönettiği orkestranın başarılı uvertürünün ardından açıldığında, Nihat Kahraman’ın tasarladığı dekoru görür görmez yanıldığım hissine kapıldım. Süreyya’nın zaten boyut olarak yetersiz sahnesi yanlardan daha da küçültülerek üçte ikisine indirgenmiş, sağda ve solda üçer kapısı, arkada genişçe çıkışı olan bir mekâna dönüştürülmüştü. Üst yazılarda bir ara ‘çadır’ (sanırım ki ‘otağ’ anlamında kullanılmış) bir ara da Tamerlan’ın Bursa’daki sarayı olduğu söylenen bu ‘ucube’ dekorun işlevini anlamakta gecikmedik: kapıların birinden birileri girecek, recitativo ve arya’nın peşinden solist bir başka kapıdan çıkacak, yine bir kapıdan başka biri /birileri gelecek ve bu ‘devinim’ sonsuza dek (yani opera bitene kadar) devam edecekti… Ergüven,  Bajazet’de en klasik yorumu tercih etmiş, neredeyse konser operası formatında durağan ve hareketsiz bir sahnelemeyi yeğlemişti.

Aslında konser operası’na itirazım yok. Yıllar önce bir İstanbul Festivali’nde Mozart’ın La Clemenza di Tito’sunun olağanüstü konser yorumunu unutabilmiş değilim. Üstelik Agostino Piovene’nin libretto’sunun teatral olarak çok zayıf kaldığı, Bajazet ve Asteria haricinde bütün karakterlerin çok yüzeysel çizildiği, davranışlarında mantık aramanın mümkün olmadığı düşünülürse, konser yorumunun daha da iyi bir fikir olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ancak öyle bir seçim yapıldığında, iki arada bir derede sahnelemenin, durağan yoruma hareket katmak için solist arya söylerken arka plandakilerin sebepsiz ve anlamsız gezinmelerinin gereksiz olduğu kanısındayım. Boşaltırsın sahneyi, artık çok da iyi bir orkestra olduğunu ispatlamış olan İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra’sını arka plana sığdırır, altı solistini öne oturtur, Bajazet’i başarılı bir konsere dönüştürürsün. İzleyici de benim gittiğim gecenin konzertmeister’i Seda Subaşı’yı o nefis keman solosunu çalarken izleme fırsatını bulmuş olur. Konsere keyişi bir tat katmak istersen solistlerine Sevda Aksakoğlu’nun nefis kostümlerini giydirebilirsin de. (Kostümlere bayılmasına bayıldım da, opera boyunca herkes aynı giysiyle dolanırken, savaş kaybetmiş ve yenilmiş Bayezid’in ikinci perdeye assolistler gibi kostüm değiştirerek çıkmasını biraz yadırgadım.)

Solistlere gelince, Bayezid ve Asteria biraz daha öne çıksa da, Bajazet, kesinlikle bir topluluk oyunu. Örneğin Vivaldi, bestelemiş olduğu en güzel ve en zor soprano aryalarından Nasce rosa lusinghiera’yı birinci perdede ikincil bir karakter olan İdaspe’ye söyletiyor. İdaspe / Sevim Zerenaoğlu’nun güçlü ve güzel bir soprano sesi var, özellikle tizlerinde, haykırmakla şarkı söylemek arasındaki farkı anlayabildiği gün iyi bir yorumcu olacak.

İrene partisyonunu operanın ilk gösteriminde bir contralto söylemiş. ‘Farinelli’ye ithaf edilmiş olan Sposa son disprezzata’yı günümüzde coloratur mezzo-sopranolar yorumluyor.

Benim gibi Leyla Gencer’den dinlemiş olanlar için onunkinin üzerinde bir yorum olamaz tabii ki. Güzel ve dolgun bir sesi olan İrene / Esen Demirci iyiydi ama olağanüstü değildi. Onun da tiz perdelerini kontrol etmesinde fayda var.

İlk gösterimde yine contralto tarafından yorumlanmış olan Andronicus’u günümüzde mezzo-soprano’lar söylüyor. Elif Tuğba Tekışık’ın Andronicus yorumu kötü değildi ama biraz sönüktü.

Vivaldi, dehşetengiz Tatar hükümdarı Tamerlano için castrato/ kontrtenor’u yeğlemiş. Genelde kontrtenor rollerinin kontralto’lar tarafından yorumlandığı operamızda Kaan Buldular seviyesinde bir kontrtenor olduğunu hiç bilmiyordum. Bazen orkestranın forte’leri tarafından gölgelense de güzel bir sesi ve iyi bir tekniği var.

Orta hallinin az üstünde bir solist grubunun sadece arya söylediği bir ortamda Asteria /Ferda Yetişir ve Bajazet /Bahadır Noyan Coşgun’un sesleri, oyunculukları ve yorumları daha da fazla ortaya çıkıyor. İlk kez izlediğim bu iki gencin gelecekleri çok parlak.

Sonuç: Önümüzdeki sezonda İstanbul Operası’nın repertuarına girecek olan Bajazet, bütün kusurlarına karşın Ferda Yetişir’in nefis alto’su ve Bahadır Noyan Coşgun’un kusursuz bariton’u için bile izlenmeyi hak diyor. Üstelik müzik çok güzel. Hepinize iyi seyirler.