Filistin’de Çatışmaya Doğru: TOPRAK SORUNU

Her ne kadar kendisine dini bir içerik kazandırılmaya çalışılsa da, on yıllar boyu devam edegelen Arap-İsrail çatışmalarının ana sebebi toprak sorunudur.

Marsel RUSSO Perspektif
18 Kasım 2015 Çarşamba

Gerçi günümüzde artık bu savaş durumuna bir anlam yüklemek çok zor. Diğer bir deyişle, bölgede şiddeti değişkenlik gösteren ancak asla yok olmayan tansiyonunun nedenleri hakkında fikir ileri sürmek olanaksızlaşıyor. Kirden saydamlığını yitirmiş bir pencereden bakıp dışarıda olup biteni anlamaya çalışmak gibi bir şey buradaki eğrilere ve doğrulara hükmetmek

 

1920’li yıllarda Arap ve Yahudi toplumları bir araya getiren önemli konulardan biri toprak alım – satımıdır. O zamanki feodal yapı içinde toprak, ticareti rahatlıkla gerçekleştirilecek bir maldır. Birçok toprak sahibinin Filistin dışında yaşadığını, genellikle verimli olmayan çöl ya da bataklıkların söz konusu olduğunu, üzerinde yaşayan nüfusun buraları gerektiği şekilde işleyemeyeceği noktalarından hareket edilirse, talibi olması son derece zor bu topraklara para veren çıkınca, ticari ilişkiye hazır bir ortamın oluşmuş olması yadırganmamalı. Dahası, Arapların sundukları, Yahudilerin paraları yetmediğinden dolayı satın alamayacakları kadar çoktur.

En başından beri Yahudiler bu bölgede para karşılığı toprak satın alma yöntemini seçmişlerdi. Herzl’in Sultan Abdülhamit’e sunduğu ve onay görmeyen teklifinin ardından pek çok olay geçmişti. Yüzyılın başlarında Yahudiler, bir fon oluşturmuş (JNF: Jewish National Fond = Ulusal Yahudi Fonu) ve toprak alımı için birikim yaratmaya başlamışlardı.

JNF’in bir bütçesi vardı. Toplantılar yapar ve toprak alımının bilimsel bir şekilde gerçekleştirilmesi için çalışırdı. Ancak, dünyanın bu bölgesinde, bu tür alımların sonuçlandırılması için beşeri ilişkilerin kuvvetli olmasının yanında, ciddi bir şans faktörüne de ihtiyaç vardı. Nerenin alınması ve alınan toprağa ne kadar para verilmesi gerektiği Yahudiler arasında devamlı bir tartışma konusu olmuştu; burada kırsal ve kentsel hayatın savunucularının argümanları çarpışmakta, her fikir ayrılığı ‘malın fiyatının artmasına’ neden olmaktaydı.

Kentsel yaşantının savunucuları, Yahudilerin, sanat, ticaret ve bilim alanındaki başarılarının ancak kentlerde tesis edilecek bir hayat ile devam edebileceğini düşünmekteydiler. Öte yandan, asırlardır toprakla yüzleşmeyen Yahudi’nin toprakla barışması temasını işleyen kırsal yaşantının savunucuları, kırsalda yapılacak alımların burada yaşayan Arap toplumunun etkisini nötralize etmek yönünden kaçırılmaması gereken bir fırsat olacağını düşünmekteydiler.

Arapların düşündükleri ise topraklarını bir an evvel satarak paraya dönmektir. Bugün geriye bakıldığında, Araplar, Yahudilerin kendilerini topraklarından attıklarını söylerler, Yahudiler de bunu kesin bir dille reddederler… JNF’nin kayıtlarında bulunan bir not durumu açıklıkla ifade etmektedir:

“Yabancılara adil davranmamız gerektiğini Mısır sürgünü sırasında öğrenmiştik. Sürgün topraklarından özgürlüğün topraklarına geçtiğimiz bu dönemde, aldığımız bu dersin gereğini yerine getireceğiz; kimseyi, bize yapıldığı şekilde, baskı altında tutmayacağız… Bilinmelidir ki, Arap toprak sahipleri topraklarını baskı altında kalmadan, karşılığını alarak ve ulusal çıkarlarına ters gelecek bir şekilde satmışlardır…”

Yişuv yönetimi 1937 yılında, topraklarını Yahudilere para karşılığında satan kişilerin listesini yayınlar… Dönemin Müslüman ve Hıristiyan Arap liderlerinden birçoğunun isminin listede yer alması düşündürücüdür: Kudüs eski Müftüsü Musa Kazim El-Hüseyni, dönemin müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni’nin babası Cemal El-Hüseyni, kentin belediye başkanı Ragıp Al-Nasasibi gibi dini ve siyasi liderlerin yanında saygın iş adamları, toplumda öne çıkmış birçok kişi de ilgili listede vardır.

Böylesi bir durumla karşılaşılmış olması Yahudi liderleri arasında değişik tepkilere neden olur… Weizmann’a göre, “Bu insanlar ruhlarını bile en yüksek ücreti verene satabilecek kişilerdir…”

Ben Gurion ise olayı şöyle değerlendirmektedir: “ Geleceklerini böylesine satılığa çıkaran liderle oturup anlaşmaya çalışmak çok zor ve hatta zaman kaybıdır. Aralarında gerçek milliyetçi varsa onları bulmak ve onlarla muhatap olmak gerekir.”

Jabotinsky de toprak satın alınmasını rüşvet vermekle eş görmektedir. “Onlar bizden sattıkları toprağa karşılık para alacaklar ve arkamızdan sinsince güleceklerdir. Esas olan toprağı hak etmek, onun için savaşmaktır… Rüşvet ile her şey satın alınabilir, ancak tarih ve toprak değil”…

Birbirinden bu denli farklılıklar gösteren yaşam felsefeleri iş ticarete geldiğinde de birlikteliğin ancak yapay olabileceğin habercisidir. Özellikle yeni Yahudi kentlerinin çevresinde oluşan Arap mahalleleri işgücü anlamında eşsiz fırsat sağlar. Yahudi girişimcilerin kendilerinden olan işgücünden ziyade Arap işçileri seçmesi hem Yişuv yönetimi içinde hem de Araplar arasında değişik yorumlara neden olur.

Yahudi İşçi Hareketi liderlerinden Berl Katznelson durumu anlamakta zorluk çekenlerdendir. “Kendine Yahudi işçi alan aslında kendine patron almaktadır…” Yahudiler, konumları ne olursa olsun bu toprakların gelişmesi için omuz omuza savaşmakta, burada yeni bir dünya yaratmaktadırlar. Böylesi bir dayanışma içinde olan Yahudilerin birbirleri ile patron – işçi ilişkisi içine girmeleri yapılan işin kalitesini olumsuz etkiler. Dolayısı ile Arapların iş gücünü kullanmak daha doğru olacaktır.

Daha ötesi kapitalist bir yaklaşımdır: Haim Arlosoroff’un dediği gibi, Araplar eğitimli değillerdir. İşçi haklarından, kadın erkek eşitliğinden, çalışma saatleri ve şartlarından habersizdirler; Avrupa’da eğitim görmüş Yahudileri bu anlamda işçi olarak görevlendirmek hem daha zor hem daha pahalı veya sorunlu olacaktır.

Bu gerçekler, özellikle doğu Avrupa’dan gelenlerin oluşturduğu ve Bolşevik / Sosyalist çizgide bir davranış sergileyen Histadrut için son derece zor bir durumdur. Histadrut, sosyalist görüşleri çerçevesinde, bir yandan Yahudi işçilerin haklarını arama konusunda hareket eder, öte yandan Arap işçilerin patronlar tarafından sömürülmesine, haklarının suiistimal edilmesine tepki gösterir…

Histadrut’un düşüncesinin iki aşaması vardır. Bunlardan biri ulusal niteliktedir ve Yahudilerin gelecek emelleri ile birliktelik içindedir. Diğeri ise, sosyalizm ile ilgilidir: Arap işçilerin çalışma haklarından habersiz, ağır şartlarda çalıştırılmaları, fikirsel anlamda içinden çıkılamayacak ya da sosyalizm adına savunulamayacak bir durumdur. Dolayısı ile Arapları da sendikal çalışmalar içine dahil etmek ‘işçi – patron’ ilişkisi açısından yapılması gerekendir.

Ancak, Arap işçilerin Histadrut’a üye olmaları ve bu sendika sayesinde haklarını aramaları fikri, yapılan işin ulusal karakteri göz önüne alınarak reddedilir. Ben Gurion bu bağlamda, Arapların kendi işçi sendikalarını kurmaları ve iş gücünü bu çerçevede düzenlemeleri gerektiğini ifade eder. Arap ve Yahudi işçi sendikaları arasında yardımlaşma ya da dirsek teması sağlanmasının kapısı ise açık bırakılır…

Yahudi yaşantısının kurulması sürecinde Yahudi işçilerden çok Araplara öncelik verilmesi – ki bu tamamen işletme mantığından ileri gelmekteydi – bu kez Filistin topraklarına yapılan aliyayı olumsuz etkiler. Yişuv’un yöneticileri ve özellikle Jabotinsky, bölgedeki Yahudi nüfusunu çoğaltmanın gereği üzerinde durmaktadır. Ülke Yahudi gençliği tarafından inşa edilmelidir… Ben Gurion da bir ifadesinde şöyle demektedir:

“İbrani işgücünü oluşturmadan bölgeye daha fazla Yahudi genci çekmek mümkün değildir… İbrani işgücü olmadan Yahudi ekonomisinden söz etmek mümkün değildir… İbrani işgücü olmadan ulusal yuva kurmak mümkün değildir. Ancak serbest pazarın kurallarını da göz ardı etmemek gerekir… Bölgedeki tansiyon yükselince Arap işçiler ortadan kaybolur, gevşeme anlarında ise piyasaya geri dönerler…”

Yahudi – Arap ilişkileri sosyal ve ekonomik anlamda böylesi bir arz talep dengesine oturmuşken, ardı ardına gelen patlamalar ve bölgede elle tutulur hale gelen terör ile yeni bir döneme girer… Ekonominin giderek Yahudilerin eline geçmeye başladığı bu dönemde, Araplar ‘komşularının’ gidici olmadıklarını kavramaya başlamışlardır. Satın alınan toprakların yeni sakinleri iyiden iyiye buraya yerleşmeye başlamışlardır. Göç artık basit sözcüklerle izah edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. ‘Yahudi Ulusal Yuvası’ fikri ile Filistin’i sahiplenmeye başlayan genç, hayattan beklentisi yüksek, dinamik, başarıya mecbur Yahudi halkı, kendine göre, dönüşü olmayan bir yola girmiştir.

Dolayısı ile 1930’lu senelere varıldığında Araplar Yahudi göçü konusundaki çekincelerini net bir şekilde ortaya koymaya başlar. İngilizlerle olan diyalogları bu anlamda giderek sertleşecektir... Toplumlar arası, sosyal, siyasi, ekonomik farklılıklar, iç dinamiklerindeki derin ayrışmalar, iktidar ile muhalefet etme şekilleri, çıkar çatışmaları, ihtirasları, bundan böyle Yahudi – Arap – İngiliz üçgeni içindeki çarpışmaların temelini oluşturacaktır.

Kaynak: One Palestine Complete / Tom Segev