Aydınlanma ve antisemitizm

Avrupa’da Rönesans dönemi Hıristiyanlık açısından bir aydınlanma sağlasa da antisemitizm halen yaşanan bir gerçekti. Aynı dönemlerde İslam dünyasında ve Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan Yahudiler ise genel olarak ayrımcılıkla karşı karşıya kalmalarına rağmen, Avrupa’da yaşayan dindaşlarının karşılaştıkları zorlukları aynı derecede yaşamadılar

Marsel RUSSO Perspektif
25 Aralık 2013 Çarşamba

Globalleşen Antisemitizmin Kaynağına Yolculuk-3

 

Ortaçağ’daki Yahudi yaşantısını irdelerken onu adım adım izleyen antisemitizmin esas itibarı ile Yahudi varlığının kopmaz bir parçası haline geldiği kanısına varırız. Hem Katolik hem de Ortodoks Kiliselerinin kodunda, İsa’yı ölüme götüren, küçük Hıristiyan çocuklarının kanını özel dini ritüellerinde kullanan Yahudi’ye karşı bir nefret hâkimdir.

Yalnız Vatikan mı antisemitti? Dönemin Katolik kralları antisemit değil miydiler? Yoksa kendilerini gördükleri şekilde, yalnızca Yahudi dinine mi karşıydılar? Yahudi dinini terk eden ve Hıristiyanlaşan insanlar bu düşmanlıktan muaf mıydılar? İnançla bireyin kimliği arasında böylesi bir ayrışma olası mıdır?

Kişinin kendini ne bildiğinden ziyade karşısındakinin kendisini nasıl algıladığı önemlidir. Sanırım bu tespit, zamandan ve coğrafyadan bağımsız, her defasında karşımıza çıkan bir gerçeği ifade eder. Bu anlamda, Yahudi olan bireyin bu inanışından cayması, şekli ne olursa olsun din değiştirmesi, etrafındakiler tarafından üzerine salınan nefretin yoğunluğunda bir azalma sağlamayacaktır. Kaldı ki, Ortaçağ yaşantısını teslim alan Kilise baskısı ve onun ördüğü bağnazlık yalnız Yahudileri hedef edinmemişti. Kilise’ye ve onun çıkarlarına hizmet etmemekte direnen hemen herkes baskı ve zulümden nasiplerini almışlardı. Din kökenli düşmanlıklar sosyal hayatta belirleyici olmuş, bu durum Rönesans Dönemi dahil uzun bir süre geçerliliğini korumuştu.

RÖNESANS VE ANTİSEMİTİZM

Sanatta ve bilimde bir aydınlanma hareketiydi Rönesans. İronik olarak Vatikan’ın en etkin olduğu İtalya’da, Papalığın hemen yanı başında yeşermişti. Bireyin hayatını zenginleştirmeye, rasyonel düşüncenin önünü açmaya yönelikti. Dinin baskıcı karakterini yumuşatma gibi bir misyonu olmamakla beraber, Rönesans’ın büyüklerinin aforoz edilmeye kadar götürüldükleri bir dönemdi. Halk kitlelerini yalnızca cahil değil aynı zamanda amaçsız bırakmanın kendi çıkarlarına daha uygun olacağını hesaplayan Kilise’nin ve onun güdümündeki kralların, derebeylerin zamanıydı.

Yahudiler içinse, Rönesans yılları, çatlak seslerin çıkmaya devam ettiği, karanlığın henüz koyuluğundan bir şey kaybetmediği bir zaman dilimiydi.

“Yahudilerin suçundan elimizi yıkamak istiyor ve bunu onlarla paylaşmak istemiyorsak, ilk önce sinagoglarını ve okullarını yakmalıyız. Yanmaya direnen her ne varsa, üzerine toprak sererek gömülmeli… Evleri tamamen ortadan kaldırılmalı… Çevre, onlar burada hiç yaşamamışlar gibi tertemiz olmalı… 

Bin türlü yalan ve küfür içeren dua kitapları ve Talmud ellerinden alınmalı. Rabbilerinin öğretmeye devam etmeleri kesinlikle yasaklanmalı. Tüm parasal faaliyetleri durdurulmalı, yollarda güvenli bir şekilde seyahat etmelerine son verilmeli. Onları topraklarımızdan atmalıyız. Onları ‘kuduz köpekler’ gibi kovmalıyız.”

Bu sözler, Hitler’den çok önceleri, dini bir Rönesans önererek Papalığa karşı bayrak açan Rahip Martin Luther’in ‘Yahudiler ve Yalanları’ başlıklı kitabında yer almıştı. Hıristiyan alemine yeni bir soluk getiren Protestanlığın kurucusu Luther, ancak bu şekilde insanlığın Tanrı katında temizlenebileceğini düşünüyordu.

Luther, daha sonraki yazılarında Yahudiliği şeytanla bir tutacak, dolayısı ile onları İsa’nın katına getirmenin olanaksızlığından söz edecektir. Bu Yahudilerin kötü olduklarının kanıtıdır. Oysa “İsa Yahudiler için kuzen kadar yakındır ve Avraham’ın tohumundan gelmektedir.” Yahudilik bu çelişki altında kalacaktır.

İSLAM VE YAHUDİLİK

Avrupa ve Hıristiyan âlemi böylesine çalkantılı bir süreç yaşarken İslam’ın yedinci yüzyılda doğuşu ile doğuda yeni bir güç belirir. Arap Yarımadası’nda yaygınlaşması ile birlikte İslam ile Yahudilik arasında ilk ilişki başlar. Yahudiler ve çevrede yaşayan birçok pagan toplum İslam siyasi yapılanmasının egemenliği altına girer.

İslam’ın Yahudilere olan davranışları değişik zaman aralıklarında farklılıklar gösterir. Aynı zamanda o anki hükümdarın, yerel yöneticilerin ve genel halkın davranışların da etkilenir. Ancak doğu Yahudilerinin Avrupa Yahudilerine oranla daha rahat ettiklerini, içinde yaşadıkları toplumlara daha kolay entegre olduklarını söylemek çok da yanlış olmaz.

Kimi tarihçilere göre İslam yönetimleri ilk dönemlerinden itibaren hem Yahudilere hem de Hıristiyanlara eşit mesafede kalmışlardı. Bu aşamada, Ortaçağ döneminde İslam toplumlarında görülen antisemit olayların geneli ifade etmediklerini, yerel kaldıklarını not etmekte fayda vardır.

Tarihçi Bernard Lewis, İslam’ın Yahudiliği Hıristiyan dünyasından çok daha farklı gördüğünü söyler. İslam için Yahudi tehlikeli değildir, bilakis ‘komik ve aptaldır’ ve ‘aşağılanan’ bir kişiliktir. Bu anlamda, onu şeytanlaştırmaz; ona hak ettiğinden fazla değer vermez. Böylesi bir yaklaşım içinde bulunmak Yahudi’yi ancak güçlendirir. Gerçi Kuran’ın hadisleri arasında Yahudi karşıtı olanlar yok değildir. Ancak olaya bütünü ile baktığımızda, günlük hayatta bunlar büyük sıkıntı yaratmamıştı.

1516-1517 yıllarında Hilafetin Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı’ya getirilmesi ile o dönemlerde hem Yahudilerle hem de Hıristiyanlarla temas içinde olabilecek en önemli İslami merci Padişah olmuştu. Genel kanının aksine, Osmanlıların Yahudilerle ilk karşılaşmaları, Sefarad Yahudilerinin 1492’de Sultan II. Bayezid döneminde bu topraklara kabulü ile olmamıştı. Bundan çok daha önceleri Anadolu’da yerleşik Yahudi toplumları olduğu, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis’i aldığında kentte yaşayan Yahudilerle karşılaştığı bilinen gerçeklerdir.

Her durumda, fetihten önce ya da sonra Osmanlı idaresi altına giren ve yaşayan Yahudiler, imparatorluğun refah dönemlerinde rahat bir yaşantı sürmüşler, Avrupa’daki dindaşlarının karşılaştıkları zulümle karşılaşmamışlardı. Hatta sarayla geliştirdikleri dikey ilişkiler sayesinde etkin konumlara dahi gelmişlerdi. Ancak kendilerine atfedilen ‘zimmî’ karakterini asla üzerlerinden atamamışlardı. Hep ‘emanet’ olarak bir yanda tutulmuşlar, korunması gereken, sakınılması gereken olarak görülmüşler, asla eşit yurttaş olamamışlardı.

Sosyal yaşantıdan tam olarak soyutlanmamışlar belki ancak bazı mesleklerden tamamen men edilmişler, genelin içinde Müslüman tebaadan rahatça ayırt edilebilmeleri için farklı giyinmeye zorlanmışlar, kentlerde kendilerine ayrılmış mahallelerde yaşamaya – en azından – teşvik edilmişlerdi.

Yaron Ben-Naeh, ‘Sultanlar Diyarında Yahudiler1’ adlı kitabında incelediği 17. yüzyıl Osmanlı Yahudi toplumu hakkında bazı tespitlerde bulunur.

“Yahudi, tıpkı İmparatorluğun Rum ve Ermeni tebaası gibi zimmîdir. Gerçi onlar ‘Ehli Kitap’ olarak görülürler. Ancak bu gündelik yaşantı içinde bir aşağılanma olarak gelişir. Yine de Avrupa’da olduğu gibi cana ya da mala kasıt yoktur. Belli kurallar içinde yaşamakta, kendilerinden bunların dışına çıkmamaları beklenmektedir.”

17. yüzyıldan itibaren – gerileme devri ile birlikte – dünya imparatorluğu gömleğini taşımakta giderek zorlanan Osmanlı’da Yahudilere karşı ‘hoşgörü’ gitgide azalmaya başlar. Hıristiyan devşirmelerin hâkim olduğu Yeniçerilerin o dönemlerde Yahudi mahallelerini kundakladıkları ve onları hedef aldıkları, aynı kitapta anlatılmaktadır. Tarh edilen vergilerin yüksekliği ve adaletsizliği, zaman zaman seyahat özgürlüğünün kısıtlanması kayıtlara giren olumsuzluklardı.

Yahudi toplumları, muhtemelen Avrupa’da yaşananların da etkisi ile bu olumsuzlukları hep göz ardı eder ve bunları rahat yaşamın karşılığında verilmesi gereken bir bedel olarak kabullenir. Bu aşamada, bu yaklaşımın gelenekselleşmiş olduğunu ve o günlerden bugünlere yazılı olmayan bir miras olarak aktarıldığını söylemek çok da abartılı olmasa gerek.

Bütün bunların ışığında Osmanlı’yı derin Yahudi düşmanlığı ile tanımlamak çok da mümkün değil. Buna karşılık,  Padişah idaresinde Müslüman olmayan toplumların genel olarak Müslüman olanlardan ayrı tutulduğu, kendilerinden daha fazla sadakat, daha fazla dikkat beklendiği, kendilerine atfedilen zimmî karakterin üstlerine yapıştığını da görmek gerekir.

Bazı tarihçiler için Osmanlı bir batı imparatorluğudur. Hıristiyan âlemi ile komşu olan, doğu ve orta Avrupa’ya hâkim, ya da tam olarak hâkim olmasa da, buraları kontrolü altına almaya muktedir bir yapıdır. Bu yapı ilk kez 1699 Karlofça Anlaşması ile toprak kaybına uğrar. Anlaşma süreci, daha önce benzer bir şey yaşamamış olan Payitaht için yeni bir dönemi açar. Diplomasi sanatına yabancı kadroların bu yeni durumu yönetebilmeleri, oluşan şartlar çerçevesinde toprak üzerinden, ya da başka kozlar üzerinden pazarlık yapabilmeleri olası değildir. Ne dil bilgileri buna yeterlidir ne de alışılagelmiş duruşları, olaylara bakış açıları… Dolayısı ile gayrimüslim unsurların bu dönemde memleket işleriyle daha fazla içli dışlı olduklarına tanık oluruz.

BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLERDEN SONRASI

1789 yılında kartlar yeniden dağıtılır. Paris’te kötü yönetimden, adaletsiz vergi dağılımdan, Kral’ın Yeni Dünya siyasetinden ve burada karşılaşılan zorlukların doğrudan halka mal edilmesinden şikâyetçi olanların başlattıkları ve kısa zamanda devrim boyutlarına ulaşan ve sonrasında Krallığın devrilmesi ile sonuçlanacak hareketin sağladığı eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi olgular toplumları derinden etkiler. Bu etkilenmeden Yahudiler de nasiplerini alırlar. Önlerinde yeni bir dönem açılıyordu.

Bundan böyle vatandaş olarak herkesle eşit haklara sahiptiler: Adalet önünde eşit, mesleki açıdan eşittiler. Daha önce kendilerine açık olmayan kamu görevleri dâhil sosyal yapının her kademesini kucaklayabilecekleri bir aydınlanma sürecinden söz etmekteyiz burada. Kilise’nin önemini yitirmesi, ilk insan hakları bildirgesinin hayata geçirilerek bireysel hakların öne çekilmesi, laik yaşantının esaslarının fikirsel ve yapısal olarak anlam kazanmaya başlaması, çok önemlidir, çok temeldir, çok güzeldir, ancak Yahudi bireyi için bir o kadar anlaşılmazdır, bir o kadar da tehlikelidir.

Devrimin birey yaşantısına kattıklarından söz ederken “Bu soyut kavramlar bir yandan yaşantıyı özgür kılarken, öte yanda antisemit görüşlerin durmasına zemin hazırlamıştır” şeklinde bir cümle kurmak ise yine mümkün olmayacaktır. Avrupa’da Yahudi aleyhtarlığı, alışıla gelmiş seyrinde, inişler çıkışlar göstererek var olmaya devam edecektir.

 

yazının birinci bölümü:

https://www.salom.com.tr/haber/88766#.UrvirBZrIlI

yazının ikinci bölümü:

https://www.salom.com.tr/haber/89087#.Urvi-RZrIlI