Prof. Zajfman ile bilim dolu iki saat

Weizmann Teknoloji Enstitüsü Başkanı Prof. Daniel Zajfman geçtiğimiz hafta İstanbul’daydı. Kendisi ile yaptığımız söyleşide bilim ve bilimsel araştırmalar konusundaki görüşlerini ve hedeflerini öğrenme fırsatını bulduk.

Marsel RUSSO Perspektif
29 Şubat 2012 Çarşamba

İlk sorum tamamen kişisel olacak. Özgeçmişinizde okudum, 20 yaşında İsrail’e göç etmişsiniz. Size bu kararı aldırtan neydi? Bu, bilim miydi? O zamanlar fizikle bu kadar iç içe bir yaşantınız var mıydı? Yoksa başka nedenler mi söz konusuydu?

Bu kararımda iki unsur rol oynadı. 1976’dan itibaren yazları İsrail’e gidip kibutzlarda çalıştım ve burada gençlere çok daha geniş olanaklar sağlandığını gördüm. 18 yaşında gençlerin 21 yaşındakiler kadar olgun olduklarının farkına vardım. Toplumun bu gençlere sorumluluk verdiğini ve onları bir şeyler yapmaya teşvik ettiğinin farkına vardım. Avrupa’da veya daha doğrusunu söylemek gerekirse Belçika’da bunun böyle olmadığını biliyordum. Orada gençlerin kendi ayakları üzerinde durması için çok daha uzun süre beklemeleri gerekiyordu. Avrupa’da gençlerin yolu daha önceden çizilmiş gibidir. 20’li yıllarda şunu yaparsın, 30’lu yıllarda şunu yaparsın gibilerinden. Bu anlamda karşılaştığım yenilik çok hoşuma gitmişti.

Bu birinci neden… İkincisi, Holokost’un izlerini taşıyan bir aileden geliyorum. Gençlik yıllarımı bu gerçeğin içinde yaşadım. Sonra bu gibi bir olayın bir daha ailemin başına gelmemesi için İsrail’de yaşamam gerektiği sonucuna vardım. Tarihin bu parçasına bir daha tanıklık etmek istemiyorsam İsrail’de yaşamalıyım diye düşündüm. 1939 yılında İsrail Devleti olmuş olsaydı Avrupa’da Yahudi halkının başına gelenler olmayacaktı. Avrupa çok daha değişik olurdu diye düşünüyorum.

O zaman sizi İsrail’e götüren fizik sevdası olmadı!

Hayır. Bilimi dünyanın her yerinde yapabilirsiniz. Ama bu dediklerim yalnız İsrail’de anlam bulur… Dolayısı ile kararım bu motifler çerçevesinde şekillendi.

1979 yılında İsrail’e geldiniz ve Technion’da üniversite hayatına başladınız. Sonra mezun oldunuz… Askere gittiniz ve sonrasında kendinizi çok değişik bir hayatın içinde buldunuz. Fizik, yaşantınızda ağırlık kazanmaya başladı…

Aynen öyle. Fizik öğrenmeye başladım üniversitede. Lisansüstü döneminde hayatımı fizik çerçevesinde şekillendirmek istediğimi fark ettim. Bu beni mutlu ediyordu ve fizikte hiç de fena değildim. Sonra devam ettim, doktoramı yaptım. Daha sonra 1989 ile 1991 yılları arasında Chicago’ya gittim. Burada çalışmalarıma devam ettim, sonra da 1991 yılında Weizmann Enstitüsü’ne katıldım. Bu benim için heyecan dolu bir dönemdi…

2006 yılında, 47 yaşında Enstitü’nün en genç başkanı olarak seçildiniz. O dönemde başkan adayı olarak neler yapmak istiyordunuz? Ne gibi planlarınız vardı?

Elbette ki yapmak istediklerim vardı. Seçim süreci başlamadan önce, 6 sayfalık bir program hazırladım. Bu programda Enstitü adına alınması gereken yolu kendime göre belirledim ve öneri olarak sundum. Weizmann Enstitüsü’nde başkan diğer üniversite rektörleri gibi seçilmez. Yani seçim Enstitü’nün akademik kadrosu tarafından yapılmaz. Profesörler bu sürece katkıda bulunmaz… Daha doğrusu seçime katılmazlar. Seçimi Yönetim Kurulu yapar. O dönemde bir başkan arayışı vardı ve aday değildim. Benim böyle bir talebim veya beklentim yoktu. Ancak, seçim komitesi bana adaylık konusunda ne düşündüğümü sordu. Önce şaşırdım, sonra Enstitü’nün ne yöne gitmesi gerektiğine inandığım o raporu hazırladım. Bunu yaparken akademisyen arkadaşlarımdan öneriler aldım. Raporum Yönetim Kurulu’nun da dikkatini çekti…

Burada tüm hedeflerimi uzun uzun anlatmam zaman alacak. Ancak bunların ilki Enstitü’de mükemmeliyeti geliştirmekti. Bunun için bilim adamlarına araştırmalarını yapabilmeleri için gerekli fonları sağlayan bir program geliştirdim. Bu program her konunun araştırmaya değer olduğu varsayımından yola çıkar. Elbette burada “kişiye yatırımın”, “programa yatırımdan” daha doğru olduğu fikri ile hareket etmek gerekir. Siz programlar geliştirebilirsiniz, ancak bunu kimler yürütecek, önemli olan budur.

İkinci hedefim eğitimle ilgiliydi… Enstitü’müz üniversite sonrası eğitim veren bir kurum ve bünyemizde 1.000 öğrenci var. Eğitimle ilgili olarak öğrendiğim bir şey var: Artık klasik eğitim bitti. Sınıfta öğretmenin tahta başında bir şeyler anlattığı, kitaplara bağlı olan eğitim dönemi kapandı. Bana göre eğitimin verimli olması için öğrencilerin bir şeyleri kendi başlarına yapabiliyor ve anlayabiliyor olmaları gerekir. Bunun için Enstitü’nün bünyesinde okullar kurdum: Biyoloji, biyokimya, matematik, kimya ve fizik okulları oluşturdum. Bu okullarda öğrencilere klasik eğitim verilmiyor. Öğrenciler tamamen serbestler ve kendilerine bütçeler veriliyor. Bu bütçe ile ilgi duydukları ve gerekli olduğuna inandıkları konuları araştırmaları, konuk akademisyenler getirmeleri, konferanslar düzenlemeleri veya konferanslara katılmalarına olanak sağladık. Böylece kendi kendilerine öğrenmelerinin, merak ettikleri konuların üzerine gitmelerinin önünü açtık. Böylesi bir yöntemle ne kadar çok öğrendiklerini tahmin edemezsiniz. Bu süreç içinde ne kendi paralarını ne de kendilerine yol gösteren öğretmenlerinin paralarını harcamıyorlar. Enstitü’nün kendilerine ayırdığı bütçeyi kullanıyorlar. Ve süper bir iş yapıyorlar.

Benim için önem arz eden diğer bir konu da yabancı öğrenciler konusu. Eğer bir bilim yapıyorsak mutlaka yabancı öğrencileri çoğaltmamız gerekir. Bilimsel çalışmalarda tek seslilik iyi değil, yalnız olmak doğru değil… Biz bir bilim enstitüsü çalıştırıyoruz, ulusal bir şirket değil… Öğrenci seviyesinde şu anda çok düşük oranda yabancı var, ancak araştırmacı seviyesinde bu yüzde 30’lara kadar çıkmış durumda. Ve bu insanlar, herkesle beraber kampüste yaşıyor. Büyük bir konferans merkezi inşa ettik, yabancı araştırmacılar burada sunumlar yapıyorlar. Kendilerini yine kampüste yeni açılan otelde misafir ediyoruz. Bu oteli biz yapmadık, bir sponsor yaptı ve çok da iyi oldu. Bizde her birim tek kampüste yer alıyor. Yani ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış değiliz. Bu bize kuvvet katıyor.

Beş senelik ilk başkanlık döneminden sonra ikinci bir beş sene için yeniden seçildiniz, hatta bu dönemin bir yılı da geçti. Bugün Enstitü’nün geldiği noktada yaptıklarınızla tatmin olmuş durumda mısınız?

Kesinlikle hayır. Hiçbir zaman tatmin olmamak gerek. Tatmin olmuş birinin yaratıcı olması ve ileriye gitmesi mümkün değildir. Şimdi önümüzde yapmak istediğimiz yeni projeler var. Şu anda ulusal düzeyde tüm araştırmacıların yararlanabilecekleri bir bilgi merkezi kurma planımız var. Bu benim ikinci beş yıllık başkanlığımda yapmak istediğim ve çok zaman ve kaynak gerektirecek bir proje. Bununla ilgili harekete geçtik, kaynak bulduk, projeyi götürecek ve geliştirecek kişileri bulduk ve işe aldık. Sonra kampüste yeni binalar inşa ediyoruz. Laboratuarlar ve araştırma merkezlerini büyütüyoruz. Yeni binaların birinde büyük bir depo kuracağız ve bakım mühendisliği yapacak birimleri bir araya toplayan bir yapılanmaya gideceğiz. Bu bize zaman ve kaynak kazandıracak. Bunların hepsi aynı kampüste olacak. Elbette ki bunlar büyük projeler ve 200 milyon dolarlık bütçe gerektiriyor.

Amacınız burada daha fazla araştırmacı barındırmak mı?

Hayır, daha fazla araştırmacı istemiyoruz. Arzumuz, araştırmacılarımıza daha iyi olanaklar sağlamak. Ancak yine de kapıları tamamen kapatmıyoruz. Bazen karşınıza kaçırmamanız gereken kıymetler çıkar. Burada kararı çok çabuk vermek lazım çünkü birçok bilim kuruluşu bu insanların peşinde ve siz onları bünyenize katmada gecikirseniz, bir başkası bunu yapar. Biz hem bünyemizdeki hem de bize katılacak olan bilim adamlarının ve araştırmacıların standartlarını yükseltmeye bakıyoruz, onlara çalışabilecekleri ve yaşayabilecekleri en iyi ortamı sağlamaya çalışıyoruz.

Bu anlamda oportünist olduğumu söylemeliyim. Politikam basit: iyileri, hatta en iyileri arıyorum ve onları bulduğumda Enstitü’ye kazandırmaya çalışıyorum. Önce onları işe alıyorum sonra da gerekli kaynağın bulunması için çalışmaya başlıyorum. Ve şunu da gördüm ki insanlar kıymetli araştırmacıların projelerine destek çıkıyorlar. Biz sponsorların önüne somut projelerle gidiyoruz. Bu projelerin kimler tarafından yürütüleceğini de ortaya koyuyoruz. Hal böyle olunca fon bulmak daha kolay oluyor, çünkü sponsorlar verdikleri paranın bir kuyuda kaybolmayacağına güveniyor. Her şey çok açık bir şekilde ortaya konuyor ki, kaynağı sağlayan kişi veya kuruluş çalışmanın hangi aşamada olduğunu da takip edebilsin ve böylece operasyona güvensin. Sponsorlarımız arasında bizi 30 – 40 senedir destekleyenler var.

Bütçenizin ne kadarı sponsorluklarla destekleniyor?

Kesin bir rakam vermek zor. Ancak tüm bütçemizin yüzde 30 kadarı devletten aktarılan kaynak. Sonra patentlerden hakkımıza isabet eden paylar var, bir de aldığımız destekler var. Elbette ki bu bütçe yapısı araştırmacıların üzerinde baskı oluşturmamalı. Onların özgür olmaları çok önemli. Böylesi kıymetli insanlarla çalıştığınızda onlara ne yapıp ne yapmamaları gerektiğini söyleyemezsiniz. İnsanları işe aldığımda onların işe ihtiyaçları olduğu için almam, sorumluluk almak istedikleri için alırım. Sorumluluk alan kişiyi yönetmek doğru değil. Onu olabildiğince serbest bırakmak gerekir. 

Bu aşamada başarıyı nasıl ölçüyorsunuz?

Başarıyı ölçmek her zaman kolay değildir. Bilimsel araştırmalar genellikle başarısızlıkla sonuçlanır. Çalışırsınız, çalışırsınız fakat beklediğiniz sonuca varamazsınız. Çok sebat etmek ve sabırlı olmak gerekir. Zaten sabırlı değilseniz araştırmacı olamazsınız. Bütün bilimsel araştırmalar içinde belki bir tanesi sonuca ulaşır ve Enstitü’nün yüzünü güldürür.

Elbette ki araştırmaların gidişini ölçmek için bazı parametreler vardır. Ancak bunlar çok değişkendir. Burada değerlendirmeyi başkan yapar. Enstitü dışında bize danışmanlık yapan bir kurum var. Bu kurum bazı araştırmaları izler ve görüşlerini bana bildirir. Değerlendirmeyi ben yaparım. Güncel olan tüm araştırmaları takip etmem tabii ki olanaksız, ancak çalışmalar olgunlaşmaya başlayınca peşini bırakmam ve gelişmeleri yakından izlerim.

Ve karar almam gerekir. Karar almak kolay değildir. Bazen yanlış kararlar alabilirsiniz. Kararların sonuca menfi olası etkisini hafifletmek için değerlendirmek gerekir. Bazen de aldığınız bir iyi karar sizi hiç beklemediğiniz anda başarıya taşır. Gerekli olan yalnız bir iyi karar olabilir.

Weizmann Enstitüsü olarak Türkiye’de üniversitelerle ilişkileriniz var mı? Türkiye’den öğrencileriniz var mı?

Bazı araştırmacıların Türkiye’de bilim adamları ile çalışmalar yaptıklarını biliyorum. Araştırmacılar projelerini kimlerle geliştireceğini seçmede, yöntemlerini tespit etmede tamamen serbesttirler.

Öğrenci konusuna gelince, bu aşamada hiçbir kısıtlamamız yok. Nereden geliyorsa gelsin, milliyeti veya dini ne olursa olsun bize öğrenci olarak katılabilir. Burada tek şart öğrenciye sunduğumuz sözlü testi geçmesidir. Bu test son derece kolaydır ve kesinlikle bilgi ölçmeye yönelik değildir. Hatta bazıları soruların kolaylığı karşısında şaşırıyorlar. Bir de, talep ettiğimiz not ortalamasını tutturan bir öğrencinin bilgi seviyesinden şüphe etmek doğru olmaz. Burada amaç başvuranın samimiyetini, sabrını ve etrafında gelişen olaylara olan merakını ölçmektir. Sabırlı olmayan ve etrafı ile ilgilenmeyenlerin bilimsel araştırma yapmaları olanaksızdır.

Eminim… Dünyada bir Weizmann Enstitüsü var ve onun bir başkanı var. O da karşımda oturuyor. Son soruyu Enstitünün kurucusu Hayim Weizmann ile ilgili sormak isterim. Sizce o iyi bir bilim adamı mıydı yoksa iyi bir siyasetçi mi?

Hayim Weizmann 1949 ile 1952 yılları arasında Enstitü’yü yürüttü. Kendisi devlet kurulmadan çok önce, 1930’lu yıllarda Kudüs İbrani Üniversitesi’nin de kurucuları arasındaydı. Bilimin insan ve toplum yaşantısındaki yerini çok iyi bilen, değerlendiren, ileri görüşlü bir insandı Weizmann. İsrail’in ancak bilim ile bir yerlere varabileceğini savunan bir kişiydi. Ve gerçekten öyle oldu. 1949’da savaştan çıkmış haliyle İsrail yalnız portakal ihraç eden bir ülkeydi. Şimdi ise dünyanın Amerika’dan sonraki en önemli teknoloji ülkesi konumuna geldi.