Toz ve dumana doğru!

Ben Gurion’un sözleri, Filistin’deki Yahudi toplumunun savaştaki durumunu anlamlı bir şekilde özetler: “Bu büyük savaşta İngilizlerle omuz omuza ‘Beyaz Kitap hiç yokmuşçasına’ savaşacağız… Beyaz Kitaba karşı ise sanki hiç savaş yokmuş gibi mücadele edeceğiz.”

Marsel RUSSO Perspektif
28 Mart 2018 Çarşamba

İngiltere’nin yeni Manda politikası, Avrupa’da Yahudilerin üzerinde yoğunlaşan baskıdan çok, Filistin’de Arapların artan protestosundan ve saldırılarından etkilenmiş durumdaydı. Bundaki amaç her an beklenen savaş öncesinde, geleneksel olarak Almanlara daha yakın duran Arapların gönlünü almak, onlara göz kırpmaktı.

Haziran 1939 itibarıyla Montgomery’nin emrindeki ordu Arap ayaklanmasını tamamen ezmişti: “İsyan tamamen, son noktasına dek durdurulmuş durumda. Ülkede öylesine güçlü bir noktadayız ki bundan böyle bu türden hareketlerin olması muhtemel değil…” diyordu yazdığı raporda.

Ordusunun isyanı durdurmadaki başarısına ve Beyaz Kitabın getirdiği yeni siyasi stratejiye rağmen, Hitler’in Avrupa’daki manevraları karşısında hep gafil avlanan Londra yönetimi, artık Filistin defterinin kendisi için kapanmış olduğunu hissetmeye başlamıştı, iyiden iyiye. Montgomery şöyle devam eder: “Yahudiler Arapları katlediyor, Araplar da Yahudileri. Şu anda Filistin’de olan bu. Ve öyle görülüyor ki bu durum daha uzun yıllar boyunca devam edecek…”

Üst düzey bir İngiliz yetkili ise bir adım daha ileri giderek şunları not düşüyor günlüğüne: “Araplar haindir, onlara kesinlikle güven olmaz… Yahudiler tamahkârdır ve durum elverirse saldırgan olmaktan kaçınmazlar. Arapların Yahudileri yönetemeyeceklerine, hatta Yahudilerin de Arapları yönetemeyeceklerine ikna olmuş durumdayım.”

Genel Vali MacMichael ise bölgeye sürülecek bir milyon askerin bile buradaki sıkıntıyı kökünden durduramayacağına işaret eder. İngilizler Arapların her şeye rağmen kendilerinden nefret ettiğine kanidir. “Ortada Siyonist emeller olmasaydı bile Araplarla iyi ilişkiler kurmamız zor olurdu, çünkü biz buraya onları yönetmeye geldik. Yeni nesil kendi kendini yönetme hakkını talep ediyor ve bizim - öyle ya da böyle -  bunu kendilerine vermemiz gerekecek, diye düşünüyorum…”

Esasında Arapların Beyaz Kitap’tan bile büyük bir başarıları vardı: İngilizleri Filistin’den soğutmuşlardı. MacMichael’in tespit ettiği gibi, ancak büyük bir felaket, bir deprem ya da büyük bir savaş, durumu değiştirebilirdi. Her şey olabildiğince kötüydü…

İşte bu atmosferde Avrupa’da, Alman – Polonya sınırında savaş patlar!

Tarih, 1 Eylül 1939’dur! Saatler sabahın erken saatlerini göstermektedir.

KİM KİME DÜŞMAN?

1936 - 1939 arasındaki dönemi kapsayan Arap İsyanı boyunca Avrupa ve Akdeniz’deki gelişmeler İngiltere’nin Filistin politikasını birebir etkileyen önemli detaylarla doludur.

Etiyopya’nın 1935 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmesinden bu yana, İngiliz yetkilileri düşündüren önemli noktalardan biri, Roma’nın Mısır’a duyabileceği ilgiydi. Doğu Akdeniz’de varlığını önemli şekilde arttırmaya aday bir İtalya, buradaki Britanya çıkarlarına zarar verebilir, Fransa’nın yanında bölgede önemli bir oyuncu konumuna gelebilirdi. Hele hele Mussolini ile Hitler’in kurdukları dostluk, İspanya İç Savaşında bunların General Franko’ya verdikleri destek de göz önüne alındığında, bölgede durum aniden tersine dönebilirdi.

Olası bir savaş senaryosunda, İngilizlerin Doğu Akdeniz’deki filolarının önemli bir kısmını Uzakdoğu’ya gönderme durumunda olabileceği ve bölgede Mısır ve Süveyş Kanalını koruyabilecek sembolik bir kuvvet bırakmaları gerekebileceği, diplomatlar ve kurmay heyet tarafından ifade ediliyordu. Dolayısı ile Filistin’e bu dönemde ‘savaşın gereksinimleri’ açısından bakılır olması gerekirdi. Filistin’de olası barış bu açıdan son derece önemliydi.

Bir de İtalyanların Etiyopya’daki konumlarından dolayı Kızıldeniz girişini kontrol altında tutmaları konusu vardı ki, bu olası bir savaşta Hindistan’dan Akdeniz’e aktarılacak birliklerin kara yolu ile Irak ve Filistin üzerinden gelmeleri demekti: Böylesi bir harekât hem zaman, hem de yükleyeceği maliyet anlamında büyük olumsuzluklar getirecekti, hiç şüphesiz.

1933 yılında Hayfa’da hizmete alınan modern liman tesisleri, 1935’te devreye giren Irak petrolünü buraya akıtan petrol boru hattı, temelde İngilizlerin Süveyş’in stratejik değerine alternatif oluşturma planlarının parçasıydı. Zaten Fransa’nın da Lübnan’ın Trablus kentinde sona eren bir petrol boru hattı vardı.

I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’dan arta kalanların paylaşıldığı Ortadoğu değildi artık Britanya’nın yönetmeye talip olduğu… Köprünün altından çok su geçmiş, bölgeye ilgi duyanlar artmıştı.

Üç kıtanın buluştuğu, çöllerle kaplı bu toprakların stratejik önemi tavan yapmıştı. Burada dengeli bir politika izlemeli, bölgenin genelinde yaşayan Araplara  ‘siyaseten karşıymış’ gibi davranılmamalıydı. Suriye, Irak ve Mısır’daki halkın İngilizlere aleyhine olası bir tepkisi bölgeyi hızla Alman ve İtalyanların kucağına itiverirdi. Ocak 1939’da Kraliyet Savunma Komitesi toplantısı sonrasında yayınlanan, MacDonald Beyaz Kitabına dayanak teşkil edecek bildiride bu derin tedirginliğin izlerini bulmak mümkündü. Not düşmek gerekirse:

“Majesteleri Hükümeti, 1917 Balfur Deklarasyonunun, Filistin’in Arap halkının istekleri hilafına bir Yahudi ülkesi haline dönüştürülmesini kastetmediğine inanıyor. Yalnızca Filistin’de kurulacak bir devlet içinde bir Yahudi ulusal yuvası oluşturulmasını destekliyor. Dolayısı ile 1939’dan başlamak üzere, Yahudi göçünün her yıl 15 bin ile kısıtlanması, bu amaca giden yolda gerekli bir adımdır. Bundan sonraki süreçte Yahudi göçü Arap onayına tabi olacaktır. Yahudilere limitsiz toprak satışı yalnızca kıyı şeridi ile kısıtlı olacaktır. Bu deklarasyonun yayınından on sene sonra burada bağımsız bir devlet öngörülmektedir. O zamana dek Yahudi nüfusu bölgede üçte bir oranına ulaşacaktır. Britanya, gelecekteki devletin sorunsuz işlemesi için gerekli kurumsal altyapıyı gerçekleştirecek, bu yapının içinde Araplar ve Yahudiler dengeli bir şekilde yer alacaktır. On senenin sonunda bölge böylesi bir devletin oluşmasına hazır hale gelmezse, İngiltere burada yaşayan Arap ve Yahudilere, komşu Arap ülkelerine ve Milletler Cemiyetine danışacak, buna göre yeni bir strateji belirleme noktasına gelecektir.”

Filistin’deki Yahudi ve Arap toplulukları 1919 yılından bu yana ciddi oranda büyümüş, ilk günlerin aksine uzun zamandır yan yana yaşayamaz olmuşlardı. Balfur Deklarasyonu itibarı ile bölgede yüzde 10 olan Yahudi nüfusu 1939 – 1940 yıllarında yüzde 65 oranında artış göstererek toplam nüfusun yüzde 30’una varmıştı. Göçün önemli bir bölümü 1930’lu yıllarda gerçekleşmişti. Buna yasal olmayan yollardan gelen, sayıları 30 - 40 bin arasında olduğu tahmin edilen göçmenler de ilave edilirse, Arapların korkularının temeli olduğu sonucuna varılabilir.

Arap nüfusu da aynı dönemde artış göstermişti, ancak bu toplumda göçebe yaşantı o denli yaygındı ki sağlıklı bir sayıya ulaşmak neredeyse olanaksızdı. Bilinen, Araplar arasındaki yüksek doğum oranının, artışın en önemli nedeni olduğuydu. Tahminlere göre her kadın yedi çocuk dünyaya getirmekteydi. Alınan sağlık tedbirleri ile çocuk ölümlerinin ciddi oranda azalması Arap toplumunda nüfus patlaması yaşanmasına neden olmuştu. 1922’den 1940’lara gelindiğinde Arap nüfusu 660 binden bir milyon üzerine çıkmıştı.

İki toplumun ekonomik hayata katkıları ise nüfuslarına ters orantılı gelişiyor ve aradaki fark Yahudiler lehine günden güne şekilde artıyordu. Araplar tarım ve çoğunlukla hayvancılıkla geçinip yatırımcı mantığı ile çalışmaktan uzak bir görüntü içindeyken Yahudiler işsizliği azaltacak, daha fazla göçmeni sisteme kazandıracak stratejiler geliştiriyor, yatırımlar yapıyordu.

Ancak 1939 Beyaz Kitabı ile İngilizler, tabiri yerindeyse ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamışlardı: Yahudileri tamamen karşılarına almışlar, Arapların isteklerine de cevap vermekten uzak kalmışlardı. Dünyada, öylesine hassas bir denge oluşmuştu ki, bir taşın hafifçe yerinden oynatılması, toparlaması zor sonuçlara neden olabilirdi.

İleriki tarihler, Arapların Almanlarla yakınlaşmalarına ve bölgedeki Yahudilerin İngilizlerle işbirliği içine girmelerine, aynı zamanda Beyaz Kitabın getirdiği göç kotasının kaldırılması için amansızca mücadele etmelerine tanık olacaktı. Bu paradoksal durum hem yıpratıcı hem de anlamsız birçok öğeyi barındırıyordu bünyesinde.

Ben Gurion’un sözleri, Filistin’deki Yahudi toplumunun savaştaki durumunu anlamlı bir şekilde özetler: “Bu büyük savaşta İngilizlerle omuz omuza ‘Beyaz Kitap hiç yokmuşçasına’ savaşacağız… Beyaz Kitaba karşı ise sanki hiç savaş yokmuş gibi mücadele edeceğiz.”

Avrupa’daki Yahudiler kapana mı kısılmışlardı? Hitler, seneler önce kaleme aldığı Kavgam ile ortaya koyduğu Ari ırkının mutlak hâkimiyetine dayalı III. Reich girişiminde başarılı olacak mıydı?

Şimdiye dek attığı adımlar, I. Dünya Savaşının muzaffer Britanya ve Fransa’sının o denli cılız tepkilerine maruz kalmıştı ki, emellerine ulaşmada önlerine çıkacak her engeli kolayca aşacaklarına dair büyük bir özgüven gelmişti Alman halkının geneline: Yeni bir ordunun oluşmasından, deniz ve hava kuvvetlerinin inşasına, Avusturya ve Çekoslovakya’nın ilhakından, orta Avrupa’nın bu iki önemli ülkesinde Nazi yanlısı iktidarların oluşturulmasına kadar uzanan bir dizi başarı, Hitler’in tehditkâr diplomasisinin ve ustaca kullandığı propagandanın başarısını haykırıyordu.

Kin ve hırs, öfke ve nefret, kara bulutları yeniden Avrupa’nın üzerine çekmişti.

 

 

——————