Çözüm önerisi Taksim

1936 yılı itibarı ile tırmanış gösteren Arap isyanı nitelik olarak iyiydi ama amaca ne kadar hizmet ediyordu? Ya da daha doğru bir soru ile gündeme getirmek gerekirse, isyanın amaçladığı siyasi böyle bir amaç neydi? Etkileri nasıl yorumlanırsa yorumlansın Arap İsyanı Londra’da bir dalgalanma yaratır. Filistin’deki güvenlik güçlerinin çaresizliği, gitgide sarsılmaya başlayan İngiliz otoritesi ve bölgenin sorgulanan geleceği, işi içinden çıkmaz bir hale getirir. Neticede, bu konuyu araştırması için, 1936 sonlarında, eski Hindistan Dışişleri Bakanı Lord Peel başkanlığında bir komisyon kurulur. Komisyonun yayınladığı rapor, bölgedeki sıkıntının, Arapların artarak giden bağımsızlık arzuları ve yine Arapların Yahudilerin ulusal yuvalarını oluşturmaları çalışmalarına olan tepkileri ile şekillendiğini ifade eder; Manda idaresinin her iki toplumun bu emellerini karşılamada yetersiz kalacağını iddia ederek, bu toprakların iki halk arasında paylaştırılması gerektiği fikri üzerinde durur.

Marsel RUSSO Perspektif
29 Kasım 2017 Çarşamba

                                          1936 yılı itibarı ile tırmanış gösteren Arap isyanı nitelik olarak iyiydi ama amaca ne kadar hizmet ediyordu? Ya da daha doğru bir soru ile gündeme getirmek gerekirse, isyanın amaçladığı siyasi böyle bir amaç neydi? İsyanın hedefini büyük ölçüde Hacı Emin El Hüseyin ortaya koymuş, savaşın gitgide İslami bir referansla ivme kazanır olmuştu. Arap ulusunun beklentileri, ihtirasları feodal sisteme kurban edilir olmuştu. İçine Filistin topraklarını da alacak ‘Büyük Suriye’ hedefinin Haşimi ailesi tarafından ‘satılması’ sonrasında oluşan boşluk ne yazık ki Arapların lehine doldurulamamıştı.

Yahudi hedeflerini vurmak, grevler ve boykotlar düzenlemek, soygunlar yapmak, adam kaçırmak Arap davasını canlı tutmaya yeterli olabilirdi. Yahudi göçüne, Yahudi yatırımlarına karşı durmak, Britanya’yı bu konuda sıkıştırmak elbette ki Araplar açısından atılması gereken bir adımdı. Ancak, bir yandan da, Yahudi toplumunun ulaştığı sosyal seviyeye gelinmesi için çaba sarf edilmeliydi, hatta onların çok daha ilerisine geçilmeliydi.

Kültürel vatanseverliğin önemini vurgulayan Halil El-Sakakini

Yahudi milliyetçiliği gibi Arap milliyetçiliğinin öncü temsilcileri – ki bunların çoğunluğu Hıristiyan’dı – kültürel vatanseverliğin önemini kavramışlardı. Bunlardan, tarihçi Tom Segev’in ‘One Palestine Complete’ adlı kitabında sık sık anılarına yer verdiği, eğitimci Halil El-Sakakini için sözlerin bittiği yere gelinmişti... Hayranı olduğu ülkesini gezerken gördüklerini görmemek için kör, duyduklarını duymamak için sağır olmayı binlerce kez tercih ettiğini açıkça ifade eden, sorgulamacı bir kişilikti, El-Sakakini… Çocuklarının Filistin’de yaşamaya mahkûm olduklarını bilmek onu çaresiz bırakıyordu, ne yazık ki. Oysa kültürel anlamda gelişmiş bir ülkede yaşamalarını tercih ederdi şüphesiz. Gençlerin toplum hayatına etkin katılımları, kızlarla erkekler arasındaki ilişkilerin daha normal olması, Arap toplumunun geleneklerini koruyarak feodal yapıdan arınması gerektiği konusunda çarpıcı değerlendirmeleri vardı…

El-Sakakini’ye göre, Filistin Arap kültürü “onur, aile bağları, yemek ve içmek, güçlenip saldırmak” üstüne kuruluydu. “Gelecek için fedakârlık, affetmek ve saygı duymak” bu kültüre tamamen yabancı idi. Ülkenin bazı yerlerini, örneğin Nablus’u her ziyaretinde Ortaçağlara döndüğünü söylüyor ve burada yaşayanların, ne elektrikten, ne sinemadan, ne tiyatrodan, konserden ne de tenis kortlarından haberdar olduklarını ifade ediyordu. Oysa kendisi, bir eğitimci olarak görev aldığı okullarda, geçmişte içinde yaşadığı toplumun değişmezleri olarak hatırladığı, öğrencilerin özgürleşmesi, seks eğitimi ve kadın – erkek ilişkileri, insani ve sosyalist değerler gibi ileri eğitim prensiplerini uygulamaya çalışıyordu.

Bu değerleri kucaklamayan Arap ulusalcılığının, Avrupa toprağında batı kültürü ile yoğrulmuş, aynı zamanda dinine, diline, edebiyatına sahip çıkmayı başarmış, refahın adilane bir şekilde paylaşılması prensibini yaşam felsefesi yapmış ve her ne pahasına olursa olsun 1917 Balfur Deklarasyonunun içeriğini hayata geçirmeyi bir var oluş ilkesi haline getirmiş Yahudi toplumuna karşı şansı çok fazla olamayacaktı…

Hagana’nın oluşumu

Öte yandan, güvenlik sorunu Yahudi toplumu için gitgide hayati önem arz eden bir sorun haline gelir. Manda idaresinin Arapların hedefi haline gelen Yahudi yaşantısını koruyabildiğini söylemek zordu. İngilizler, Ben Gurion’un bu konudaki girişimleri sonrasında, Yahudilerin kendilerini savunmak için bir örgüt kurmalarına ses çıkarmayacaklarını, ancak bunun gayri resmi bir girişim olması gerektiğini kendisine iletirler. Bu çerçevede Yahudi Savunma Örgütü ‘Hagana’ faaliyete geçer. Yahudi beklentisinin göç ve yerleşimlerden sonraki üçüncü aşaması olan güvenlik böylece tamamlanmış olur.

Hagana’nın oluşturulması ve Yahudi gençlerinin silahlanmaya başlaması yişuv için yeni bir durumdu esasında. Gerçi Birinci Dünya Savaşı’nda Yahudi Lejyonu ve Katır Alayları gibi girişimler olmuştu. Ancak onlar İngiliz idaresinde sevk edilen girişimlerdi. Şimdi ise, savunma faaliyetleri Yahudi komutanlar tarafından yönetilecekti. Bu durumun Yahudi halkına ne getirip ne götüreceği tartışmaya açık bir konuydu. Teröre karşı İngilizlerden bağımsız yapılacak mücadele, Yahudi emellerine fayda sağlayacak mıydı? Bu Yahudi değerleri açısında etik bir durum muydu, yoksa kabul edilemez bir girişime mi işaret ediyordu?

Kimine göre, Arap saldırılarına sessiz kalmak bir zafiyet göstergesi olacak ve Araplar karşılarında kendilerine direnmeyen bir halk görünce, saldırılarını arttıracaktı. Dolayısı ile savunma amacı ile silahlanma yanlış bir şey değildi. Kimine göre ise, böylesi bir durum, İngilizlerin, Yahudi yerleşimlerini savunmadan alıkoyabileceği bir sonuç doğurabilirdi. Askeri hiyerarşiye sahip olmayan, silahlarının neredeyse tamamını İngilizlerden tedarik eden, bir kurmay heyeti tarafından idare edilmeyen ve değişik siyasi görüşleri temsil eden para militer bir grubun etkin anlamda başarılı olması çok kolay değildi. Ondan öte moral değerler de vardı. Avrupa hümanizmi ile yoğrulmuş kentli Yahudi toplumunun vicdanında, terör faaliyetlerine karşı yürütülecek savaşımda suçsuz Arap nüfusun, doğrudan ya da dolaylı olarak, zarar görmesi kolayca izah edilecek bir durum olmayacaktı.

Bu tema, çatışmaların her evresinde tekrar tekrar Yahudi halkının karşısına çıkacaktı. Nitekim daha sonraları,1939 yılında, bir grup entelektüelin teröre karşı kaleme aldıkları deklarasyondan özellikle söz etmek gerekir. “Eski bir halkın en ilkel dönemlerinden beri savunduğu ‘Öldürmeyeceksin’ emri, o gün olduğu kadar bugün de bizi bağlar…” şeklinde özetlenebilecek bildiriyi imzalayanlar arasında, 1966 yılında edebiyat alanında Nobel Ödülüne layık görülecek Shmuel Yosef Agnon, Shaul Tchernikovski, Martin Buber, Berl Katznelson ve daha sonra başbakan olacak Golda Mayerson, sonradan Meir de vardır.

Etkileri nasıl yorumlanırsa yorumlansın Arap İsyanı Londra’da bir dalgalanma yaratır. Filistin’deki güvenlik güçlerinin çaresizliği, gitgide sarsılmaya başlayan İngiliz otoritesi ve bölgenin sorgulanan geleceği, işi içinden çıkmaz bir hale getirir. Yahudilere yakınlığı ile tanınan dönemin Genel Valisi Sir Wauchope, Araplarla Yahudileri bir araya getirecek formüllerin tükendiğini düşünmektedir. Bu durum İngilizlerin dünya kamuoyundaki saygın konumunu, özellikle Avrupa’da savaş rüzgârları esmeye başladığı bir dönemde, sıkıntıya sokmaktadır. 

Yeni taksim formülleri

Neticede, bu konuyu araştırması için, 1936 sonlarında, eski Hindistan Dışişleri Bakanı Lord Peel başkanlığında bir komisyon kurulur. Komisyonun Haziran 1937’de yayınladığı rapor, bölgedeki sıkıntının, Arapların artarak giden bağımsızlık arzuları ve yine Arapların Yahudilerin ulusal yuvalarını oluşturmaları çalışmalarına olan tepkileri ile şekillendiğini ifade eder; Manda idaresinin her iki toplumun bu emellerini karşılamada yetersiz kalacağını iddia ederek, bu toprakların iki halk arasında paylaştırılması gerektiği fikri üzerinde durur. Yahudi devleti kuzeyde Galile’den başlayacak, Şeria vadisini ve nihayet kıyı şeridini içine alarak Yafa ile Gazze arasında tespit edilecek bir noktada kalacaktır.

Bu Filistin topraklarının yüzde 20’si kadardır. Toprakların geri kalanı Ürdün ile birleştirilecek ve Arap kontrolüne verilecektir. Bir koridor ile denize çıkışı olacak ve içinde Kudüs ile Bethlehem’i de alacak küçük bir kısmı ise İngiliz manda idaresinde kalacaktır.

Toprakların taksim gerekçesi raporda şöyle açıklanır:

“…Yahudi göçünün, onların bu topraklarda bir çoğunluğa ulaşmalarına olanak sağlayacak şekilde, Arapların da olurunu alarak, organize edilmesi konulardan biridir. Elbette ki Filistin’in Arapların hilafına bir Yahudi Devletine çevrilmesi söz konusu olamaz. Böylesi bir durum Manda idaresinin var oluş ilkelerine zarar verecektir. Bu, bir yandan, halkların kendi geleceklerini belirleme hakkının, Arap’ların Filistin’de çoğunlukta olmaları durumunda lehlerine işleyeceğini, Yahudilerin de ancak böylesi bir çoğunlukta benzer bir hakka sahip olabileceğini ifade edecektir. Öte yandan, Türk egemenliğinden yeni kurtulmuş bir toplumu bu kez Yahudi egemenliğine sokacaktır ki bu kendilerine verilen sözlerin tam tersi olacaktır. Yahudilere verilen “atalarının topraklarına geri dönme hakkı”, onların Arapları yönetebilecekleri anlamına gelmiyor. Aynı durum Yahudiler için de geçerlidir.

İki ulusal toplum arasında, ufacık bir toprak parçası üzerinde ciddi bir sorun çıkmış durumda. Bir milyona yakın Arap, yaklaşık 400.000 Yahudi ile bu yüzden kavgalı. Aralarında ortak bir zemin yok gibi. Arap toplumu esasen Asyalı bir karaktere sahip, Yahudi toplumu ise Avrupalı. Kültürel ve sosyal yapıları, davranış ve düşünce sistemleri benzer olmaktan çok uzak. Ulusal beklentileri de bu farklılıktan nasibini alıyor. Bu durum barışa giden yolda çok önemli bir engel. Araplarla Yahudiler, ancak ulusal ideallerini kontrol altına alabildikleri, bunları eşleştirerek ikili bir karakter oluşturabildikleri ölçüde Filistin’de birlikte yaşamayı ve çalışmayı öğrenebileceklerdir. Ancak bunu başarmaları mümkün değil. İsyanları, Araplara kendi başlarına, gelenekleri etrafında yaşayabilecekleri ve böylece Altın Çağlarını yineleyebilecekleri umudunu verdi. Yahudiler de benzer şekilde tarihlerinden ilham alıyorlar. Yahudi ulusunun, toprağında yeniden birleştiğinde neler yapabileceğini göstermek istiyorlar. Araplar ve Yahudiler arasında ulusal bir kaynaşma dolayısı ile olası değildir. Araplara göre Yahudiler, ancak Arap Mısır’ında ya da Arap İspanyasında ulaştıkları seviyeye ulaşabilmelidirler. Yahudilere göre ise, Araplar en az eski dönemlerin Kenanlıları kadar fotoğrafın dışında kalmalıydılar. Ulusal Yuva, daha önce de söylediğimiz gibi, yarı ulusal olmamalıdır. Bu durumda, Filistin vatandaşlığından söz etmek yanlış hesaplanmış bir önerme olur. Ne Yahudilerin ne de Arapların tek bir devlete hizmet edecekleri yok…”

Esasen raporun önerdiği yeni bir fikir değildi. Geçen 30 sene içinde bölgenin Arap ve Yahudiler arasında bölünmesini öneren, ancak belki değişik söylem kullanan en az üç öneri masaya konmuştu. Bunlardan ikisi Arap önerisi idi. Ancak hiçbiri Peel planı kadar ayrıntılı ve kesin değildi. Planın Londra’dan destek alması da, İmparatorluğun Filistin’in, stratejik saydığı önemini artık göz ardı etmeye başladığının somut kanıtıydı.

 

Alıntılar: One Palestine Complete – Tom Segev