‘Bir ata krallığım!’

36. İstanbul Film Festivali izlenimleri -2

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Mayıs 2017 Çarşamba

Festivalin çoğu gösterime girecek filmlerinden oluşan bölümü ‘Galalar’ın en ilginç filmi, İstanbul Film Festivali’nin onur konuğu Sir Ian Mckellen’in senarist ve yönetmen olarak Richard Loncraine’le birlikte çektiği ve başrolünü oynadığı, 1995 yapımı ‘Richard III’ oldu. Gösterimlerine katılarak izleyicileri nezaketi ve sempatisiyle fetheden Mckellen’in Hitler benzeri bir diktatörü canlandırdığı, güç savaşlarının her daim değişmeksizin süregeldiğini ele alan bu güncelleştirilmiş Shakespeare yorumunun kadrosu olağanüstü. Büyük oyuncu Ian McKellen, itici karakterini karanlık bir mizahla, kimi zaman kötü adamı filmin cazibe merkezi yaparak yorumluyor. 

Başrollerinde Marguerite’ten tanıdığımız Catherine Frot ile Catherine Deneuve’ün müthiş bir performans gösterdiği Martin Provost’un ‘Sage Femme / İki Kadın’ı, ebe olarak çalışan, çağdaş sağlık sisteminde kendini ayrıksı hisseden, yaşı ilerledikçe kendini de sorgulayan zarif ve şefkatli Claire ile, babasının eski metresi, fazlasıyla havalı, süslü, kendini beğenmiş Béatrice’in birbirlerini kabullenme sürecini anlatıyor. 

Bir dönem yalnızca Fransa’nın değil tüm dünyanın süperstar şarkıcısı olarak sahnelerden inmeyen Dalida’nın trajik hayat hikâyesini Faslı Sefarad baba Judas Azuleos ile bir dönemin ünlü yıldızı Marie Laforêt’nin kızı Lisa Azuelos yazıp yönetmiş: ‘Dalida’.

Çağdaş, karmaşık, karizmatik kişiliği ve müziğiyle dünyaya karşı duran Dalida’nın 1933’te Kahire’de doğumundan, 1987’deki trajik ölümüne kadar tüm yaşamını, şarkıcının sesiyle dublajlı olarak söyleyen, sanatçıya benzerliğiyle dikkat çeken Sveva Alviti canlandırıyor.

Sinema olarak iddiasız, ama müziği ve öyküsüyle gönüllere hitap eden sımsıcak bir film.

Olivier Assayas’a Cannes’da Christian Mungiu ile paylaştığı En İyi Yönetmen Ödülünü getirerek eleştirmenleri ikiye bölen ‘Personal Shopper / Hayalet Hikâyesi’, ünlü bir modelin alışveriş danışmanlığını yapan, kısa zaman önce ikiz erkek kardeşini kaybetmiş bir genç kadının ölen ikiziyle temas kurma çabalarına odaklanıyor. Öykünün inandırıcılığı tartışılsa da, Assayas’ın müthiş tedirgin edici atmosferiyle Kristen Stewart’ın harika performansının çok etkileyici olduğu kesin.

Aktör-yönetmen Guillaume Canet’nin senaryosuna katkıda bulunduğu ve yönettiği ‘Rock’n Roll’, 43 yaşına gelen Canet’nin artık filmleri taşıyacak cazibesi kalmadığını duyduğunda bunun tersini kanıtlamaya çalışmasının müthiş eğlenceli öyküsü. Kısmen otobiyografik, kısmen kurmaca olarak gelişen filmde Canet ve hayat arkadaşı Marion Cotillard’ın yanı sıra ikilinin oğlu ve birçok sinemacı kendini canlandırıyor. Hem Fransız sinema dünyasına hem de Canet’nin iç çatışmalarına mizahi bakışı müthiş keyifli.

Stanley Tucci’nin yönettiği, Geoffrey Rush’ın gelmiş geçmiş en saygın heykeltıraşlardan Alberto Giacometti’yi canlandırdığı ‘Final Portrait / Son Portre’  bu olağanüstü sanatçının son tablosu üzerinde çalıştığı son dönemini anlatıyor.  Nerdeyse tek mekâna indirgenen, yaratıcı ile yaratısı arasındaki ilişkiye odaklanan film, Giacometti’nin karısı ve esin kaynağı(!) fahişeyle ilişkilerine de yer veriyor. Giacometti’nin yapıtlarını görmek için giderseniz hayal kırıklığına uğrarsınız.
Açılış filmi, Tassos Bulmetis’in umut verici bir başlangıçtan sonra maalesef aynı tonu tutturamayan ‘Lodos’uysa, yeni bir  ‘Baharatın Tadı’ bekleyenleri hayal kırıklığına uğrattı.


‘Dünya Festivallerinden’  

Bölümün yıldızı İldiko Enyedi’nin 2017 Berlin Altın Ayı, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri Ödüllerini alan ‘Teströl es Lelekröl /  Beden ve Ruh’ idi.

Usta Macar kadın yönetmenin 18 yıl aradan sonra çektiği ilk film, büyülü gerçeklik esintileri taşıyan bir aşk hikâyesi. Budapeşte’de bir mezbahada geçen ‘Beden ve Ruh’, başarılı atmosferi, dört dörtlük oyunculukları kadar, özgün öyküsüyle de festivalin en iyilerinden.

Bölümün bir diğer çok iyisi, ünlü Alman oyuncu Maria Schrader’in yönettiği ‘Vor der Morgenröte / Şafak Sökmeden’  Film, Avusturyalı Yahudi yazar Stefan Zweig ve ikinci eşinin sürgünde geçen 15 yılına, Hitler’in kurmakta olduğu dünya düzeninde kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesinin verdiği karamsarlıkla birlikte intihar ettikleri 1942’ye dek süren sonu gelmeyen yolculuklarına, yazarın Güney Amerika’da kendine bir yuva bulmaya çalışırken, Nazi Almanya’sındaki gelişmeler karşısındaki felsefi duruşuna odaklanıyor. Öyküsü kadar sağlam sinema dili de çok etkileyici.

Katalan yönetmen Albert Serra, Fransa’nın, hatta tüm Avrupa tarihinin en güçlü krallarından birisi olan, tam 72 yıl hükümdarlık yapmış 14. Louis’nin son günlerini anlatıyor: ‘La Mort de Louis XIV / XIV. Louis’nin Ölümü’. Sinemanın efsane oyuncularından Jean-Pierre Léaud’nun performansı tek kelimeyle kusursuz; 115 dakika boyunca, nerdeyse tamamı yakın planlardan oluşan bir ölüm öyküsünü sarkmadan, sıkmadan izletmekse büyük başarı. 
‘Çocuk Pozu’yla 2013’te Altın Ayı kazanan Romen yönetmen Cãlin Peter Netzer, ‘Ana, Mon Amour / Ana Sevgilim’de üniversite yıllarında tanışarak âşık olan Ana ve Toma’nın ilişkileri derinleştiğinde, Ana’ya psikolojik sorunlarında destek olmaya çalışan Toma’nın Ana ile birlikteliğinin bağımlılığa dönüştüğü bir kara sevda öyküsü anlatıyor.

Eran Kolirin, üçüncü filmi ‘Me’Ever Laharim Vehagvaot / Dağların Tepelerin Ardında’ ile devleti yozlaşmaya yüz tutmuş aile mefhumu üzerinden tartışmaya açıyor. David Greenbaum’un 27 yıl hizmet verdiği İsrail ordusundan ayrılıp sivil hayata dönüşüyle, ailenin tüm bireylerine ve aslında topluma sızmış olan huzursuzluk, nedensiz ve isimsiz suçluluk duygusu kendini gösterecektir.

Romen Yeni Dalgası yönetmenlerinden Adrian Sitaru, ‘Fixeur / Fixer’de bir cinsel istismar davasını araştıran gazetecilerin, kurbana yardımcı olmak mı, yoksa kariyerlerine bir gazetecilik başarısı eklemek mi istediklerini sorguluyor. Etkileyici bir etik sınav.

Brezilya doğumlu Amerikalı yönetmen Gabe Klinger, Portekiz’in Porto kentinde, birkaç tesadüfi karşılaşmanın arkasından bir gece beraber olan Amerikalı Jake ile Fransız öğrenci Mati’nin tutkulu ve bir Portekiz ‘fado’su kadar hüzünlü aşk hikâyesini, öykünün duygusunu geniş ekran ve 4/3 formatlarıyla belirginleştiren, kronolojiyi kıran, belleğin labirentinde kaybolup yeniden yolunu bulan bir anlatımla aktarıyor: ‘Porto’. Talihsiz bir kaza sonucu hayatını kaybeden yetenekli genç oyuncu Anton Yelchin’in rol aldığı bu son filmi festivalin çok iyilerinden…

 

Mayınlı Bölge

Geldik tarzı, yaklaşımı, tekniği ya da anlatımı farklı, alışılmadık, öncü, bazen zorlayıcı, sivri, bazen deneysel filmlerden oluşan ‘Mayınlı Bölge’ye…

Bartosz M. Kowalski’nin çocukların dünyasındaki acımasızlık ve şiddeti ele almayı amaçlayan filmi ‘Plac Zabaw / Oyun Alanı’, izleyiciyi rahatsız etme amacını fazlasıyla açığa çıkaran, irkiltici olmaya çalışırken itici olan, finalde Pasolini’den çalıntı uzaktan çekimle iyice sevimsizleşen bir çalışma.

Buna karşın ilk uzun metrajında bir büyüme hikâyesini beden üzerine kurulu korkunun alanına ustalıkla taşıyan Julia Ducournau, son yılların en yaratıcı ve kanlı gerilim filmlerinden ‘Grave / Raw’ ile baştan sona diken üzerinde izlenen, şaşırtıcı ve rahatsız edici bir iş çıkarıyor. Aldığı çok sayıda ödülü hak eden, son yılların en özgün filmlerinden biri.

Avusturya toplumunun karanlık noktalarını günışığına çıkaran sıra dışı sinemacı Ulrich Seidl, rahatsız edici, kışkırtıcı ve şaşırtıcı  ‘In the Basement / Bodrumda’nın ardından kamerasını  Afrika’ya av amacıyla giden Avrupalı turistlere, yerli çalışanlara ve tüm vahşeti ve açıklığıyla av sürecine çeviriyor: ‘Safari’

Nefret ettiğim boğa güreşinde bile hayvanla insan arasında bire bir mücadele varken, sessizce sokulup özgür bir hayvanı vurarak katledenlerin birbirini “selam avcı” diye tebrik ettiği bu belgeselin en irkiltici sahneleri, bir zebranın ya da bir zürafanın derisinin yüzülmesi değil, bu katliam için yüksek meblağlar ödemiş ‘avcıların’ yaptıklarına uydurmaya çalıştıkları felsefi ve doğa dostu (!)  bahaneler.

Maud Alpi’nin bir mezbahada geçen filmi ‘Gorge, Coeur, Ventre / Sakatat’, hayvanları ölüme götürenlerin onlarla kurduğu duygusuz ilişkinin karşısına, sanki olup biteni algılayan bir köpeği koyan ilginç bir doküdrama.

Tunuslu sinemacı ve video sanatçısı AlaEddine Slim’in bu ilk uzun metrajı ‘Akher Wahed Fina / Sonuncu’ hayatta kalmak için etrafıyla uyum sağlamak zorunda kalan bir adamın kaybolma ve kendini bulma hakkında felsefi bir hikâyeye dönüşen yolculuğunu diyalog kullanmadan anlatırken mülteciler ve göçmenlik konusuna da alışılmadık bir yaklaşım getiriyor. .

Kevin Phillips’in ilk filmi ‘Super Dark Times / Süper Karanlık Zamanlar’ 1990’larda, internet, sosyal medya veya cep telefonlarının olmadığı günlerde geçen bir gençlik filmi. Büyüme öyküsüyle gerilimi harmanlayarak arkadaşlık, şüphe ve suçluluk konularına eğilen, sürprizleri kolay tahmin edildiğinden etkisini biraz yitiren ilginç bir çalışma.

 

Şimdilik buraya kadar… Tabiî ki bunlar, festivalde görebildiklerime ait izlenimlerim. İzleyemediğim çok sayıda iyi film daha da var.

Fırsat bulursam onları da sizlerle paylaşana dek hepinize bol sinemalı günler dilerim.