Solan Demokrasi

1920’li yılların sonlarında ekonomik kriz Almanya’yı çok derinden vurmuş, demokratik düzen bunun getirdiği sonuçlara cevap bulmada son derece yetersiz kalmıştı. 1929 - 1933 yılları arasında milyonlarca Alman geleneksel olarak destekledikleri partilerden uzaklaşıp Adolf Hitler’e ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye yönelmeye başladı. Bunu yaparken, Hitler’in Almanya’daki demokratik yapıyı çökertmek istediğinin, bunun için kanunsuz yöntemler kullanabileceğinin farkındaydılar.

Marsel RUSSO Perspektif
28 Aralık 2016 Çarşamba

Karizmatik bir kişilik olarak algılanmak için liderin gelecek hakkında anlamlı görüşleri olmalıdır. Gerçeğin doğallığını esas alarak dünyanın gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiğini öngörmeli ve bunun için çalışmalıdır. Max Weber’e göre karizmatik bir lider yalnızca kahraman değil, aynı zamanda bir kâhin olmalıdır.

Kavgam, söyleminin çiğliği bir yana, ortaya koyduğu fikirler anlamında lider olma sürecindeki Hitler’in karizmatik yönünü besleyecek öneme sahip bir kitaptır. Verdiği ivme ile, öncelikle Nasyonal Sosyalist hareket içinde kendisinin basit bir provokatör olmadığını ispat edecek böylece rakiplerinden aşağı kalmadığını gösterecektir. Daha sonra ise, Almanya ve dünya meseleleri ile ilgili çözümler önerecek ve oluşturduğu yeni vizyonla siyasi düzeyde adından çokça söz edilmesini sağlayacaktır.

Ari ırkın üstünlüğü

Hitler’in hayatı anlamada, insanı tanımada ve ırka dayalı bir yaşam şekli geliştirmede temel aldığı, doğanın kendine has bakış açısından tanımlanmasıdır: “Değişmeyen tek şeyin mücadele olduğu soğuk bir evrende yaşıyoruz. Ölüm, bu mücadeleyi kazanamayanın hak ettiği sonuçtur. Üstünlük için karşı karşıya gelen toplumların savaşında etik değerler aramak olası değildir. Yaşamak isteyenlerin savaşmasına engel olmamak gerekir…” der Hitler ve devam eder: “Sonsuz mücadele içinde olmak istemeyenleri ise ölümlerine terk etmeli…”

Kavgam, geleceği için savaşmayanın, kazanmak dürtüsü ile saldırmayanın yaşam hakkının olmadığı tezinden yola çıkarken, Alman toplumunun Hıristiyan kökenlerini görmezden gelir. Yaratan sıfatı atfedilen Tanrı fikrine çok uzak değildir ancak cennet – cehennem, ölümden sonraki yaşam gibi dini temaları kabul ettiğine dair bir kayıt yoktur. Bu fikre Hitler’in daha sonraki konuşmalarında da rastlamak olasıdır. Onun için, ‘burası’ ve ‘şimdi’ vardır, ondan ötesi saçmalıktır. İnsan bir hayvandır ve tıpkı hayvanlar gibi imha edebilir ya da edilebilir; güçlü olan kazanır, yaşar; zayıf olan kaybeder, ölür!

Ari ırkı insan kültüründen sorumlu üstün bir ırktır. Alman bireyi bu ırkın bir parçası olduğu için önemlidir. Irk topluluğuna katkıda bulunduğu sürece bireyin yaşamının bir değeri vardır ve iyi bir hayata hakkı olur. Doğadaki üstün ırkın zıttı ise Yahudi tarafından temsil edilmektedir. “Yahudi kendisine uygun bir ortam bulduğu zaman çoğalan parazitler misali” yaşamı işgal etmişlerdir. Gerçi Hitler Kavgam’da Yahudilerden temizlenmiş bir yaşantıdan söz etmiyorsa da, Birinci Dünya Savaşı’nda ‘feda edilen’ Alman askerlerinin ölümlerinin, on – on beş bin Yahudi’nin gazlanması ile anlam kazanabileceğini ifade etmekten kaçınmaz. Hitler, aynı zamanda Yahudilikle Marksizm’i de birbirine bağlar ve Rusya ile uydusu konumundaki ülkelerin Alman halkı tarafından sömürgeleştirilmesi gerektiği üzerinde durur: “Rusya’nın bugünkü yöneticilerinin kanlı katiller olduğunu hiçbir zaman unutmayın” çağrısında bulunur, kitabında…

Hitler’i bu fikirleri edinmesinde etkileyen pek çok kişi ve olay vardır: Sosyal Darwincilerden yaşamın bir mücadele olduğu fikrini alır. ‘The Inequality of Human Races’ başlıklı kitabın yazarı Arthur de Gobineau’dan Ari ırkının üstünlüğü konusundaki keskin görüşlerini; Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Alman ordularının Rus mevzilerinde elde ettikleri başarılardan, Almanya’nın geleceğinin doğudaki topraklarda olduğu tezini; Nazi ideolojisinin etkili ismi Alfred Rosenberg’den ise Yahudilik ile Bolşevizm arasında olduğuna inandığı bağ hakkındaki düşüncelerini alır… Böylece beklentileri şekillenmeye başlar:

Hayat, ırkların kendilerine bir yaşam alanı oluşturması için bitmeyen bir mücadeledir. Bu mücadelede Ari ırkının en büyük düşmanı Yahudilerdir. Sovyetler Birliği Yahudiler tarafından yönetilmektedir. Sovyetler Birliğinin elinde Ari ırk için gerekli verimli topraklar vardır. Sovyetler Birliği’nin batısının tarımsal açıdan bu verimli topraklarında Ari Alman İmparatorluğunu inşa etmek bir defada üç probleme çözüm getirecektir… Bolşevizm yıkılacak, Yahudilik ortadan kalkacak ve Ari Alman ırkı için bir yaşam alanı açılacaktır ki bu savaş içinde savaşı gerektirecek bir süreci ifade eder.

Nasyonal Sosyalist partinin siyasi anlamda güç kazanması ve Almanya’nın olmazsa olmaz ağırlıklarından biri olmasına kadar, Hitler’in bu görüşlerini - tepki toplamamak adına - fazlaca gündeme getirmediğini söylemekte fayda var. Kendisi her zaman bir antisemit olmuş ve Sovyet Rusya’dan nefret edegelmişti. Ancak öncelikle üzerinde durduğu fikirler bunlar olmamıştı. O, daha çok savaş sonrası imzalanan barış anlaşmalarının Almanya üzerindeki yıkıcı etkilerden, Almanca konuşan halkların birleşmesinden söz ediyordu. Dolayısı ile Nazi destekçilerinin, Hitler’in gerçek fikirleri ile tanışmaları uzun zaman alacaktı.

Nasyonal Sosyalist Parti fikirsel olarak diğerlerinden ayrılmaktaydı. Esas itibarı ile Hitler onu bir siyasi yapılanmadan ziyade bir hareket olarak tanımlar. Kendisi de siyasi bir liderden çok neredeyse dini bir şahsiyettir. Kendisine ve harekete bağlılık, ona olan inanç belirleyicidir. 1927’de şöyle der: “Bizim için inanç ilk sırada gelir, idrak değil. İnsan bir amaca inanmak zorundadır. Yalnızca inanç bir devleti yaratır. Toplumları din için kutsal savaşlara sevk eden nedir? İdrak mıdır? Hayır! İnançtır…”

Demokrasinin düşmanları

1928 seçimlerinde Nasyonal Sosyalist Partinin kazandığı on iki sandalyeden ikisi Göbbels ve Göring’e gider. Demokratik geleneği sürdürmeye çalışan Weimar Almanya’sında Göbbels’in durumu nasıl değerlendirdiği kayda değerdir: “Bizler parlamentoya, demokrasinin bizlere sağladığı kolaylıklardan faydalanmak için giriyoruz… Bunu onun silahlarını kullanarak yapıyoruz. Eğer demokrasi, ona karşı olan savaşımız için bize kapıları sonuna dek açıyorsa, bize bu konuda yol gösteriyorsa, üstüne bir de bu işi yapmamız için maaş veriyorsa, bu aptallıktır ve demokrasinin sorunudur… Biz meclise dost olarak gelmedik. Biz meclise tarafsız olarak bile gelmedik. Bizler meclise düşman olarak geldik.”

Demokrasiye olan düşmanlıkta Göbbels yalnız değildi. Aşırı sağda bulunan birçok isim için de durum farklı değildi. Aynı seçimlerde meclise giren FreiKorps lideri Albay Franz Von Epp de benzer bir yaklaşım sergiler: “Şu anda benden parlamenter olmamı bekliyorlar. Bu pozisyona uygun niteliklerim olduğundan şüphelerim var. Bu niteliklere hiçbir zaman sahip olmadım ve hiçbir zaman olmayacağım, çünkü hiçbir şey bu niteliklere bağlı değil. Reichstag iktidar olma yolunda bir girişimdir… Tıpkı kilise gibi, tıpkı burjuvazi gibi, tıpkı ordu gibi…”

Hitler, Nasyonal Sosyalizm, aşırı sağ yavaş yavaş demokratik ilkeleri kemire dursun Weimar Cumhuriyeti hükümeti Almanya’nın milletler topluluğu içindeki yerini düzeltme, prestijini sağlamlaştırma gayreti içindeydi. Dışişleri Bakanı Gustav Stresemann bunun için çaba harcayan siyasetçilerin başında geliyordu. Ağustos 1928’de Alman hükümetini, Kellog-Briand Anlaşmasını imzalamaya ikna etmişti. Bu anlaşma uyarınca Almanya tüm uluslararası sorunlarını görüşmeler yoluyla çözmeyi taahhüt ediyordu. Stresemann’ın ikinci atağı 1929 Şubatında imzalanacak Young Anlaşması olacaktı: Bununla, Almanya’nın Versailles Anlaşmasından doğan yükümlülüklerinde bazı iyileştirmeler söz konusu olacaktı.

Stresemann, dürüst bir politikacıydı. Naziler ve Hitler hakkında son derece sıkıntılıydı. Alman Halk Partisinin etkin simalarından biriydi. Stresemann’a göre Hitler Almanya’nın en tehlikeli kişisiydi. Söylemi keskin ve şeytaniydi. Toplulukları kontrolü altına almada ondan daha yeteneklisi henüz ortaya çıkmamıştı. 1929’a gelindiğinde marjinal bir parti kimliği ile Parlamentoya girmişti. Kamuoyu onun dediklerine çok itibar etmiyordu. Nazi Partisi ve lideri konusunda meclisteki genel kanı, “Küçük bir parti, bırakın adam konuşsun” şeklinde özetlenebilirdi. Stresemann ise uyarıyordu ve 1923’ten bu yana sürdürdüğü dışişleri bakanlığı görevinden ayrılıp emekli olunca tüm Almanya’yı gezip Hitler aleyhine çalışacağını ve onu durduracağını söylüyordu.

Gustav Stresemann geçirdiği bir kriz sonucu Ekim 1929’da ölür. Hemen arkasından Wall Street çöker ve Büyük Burhan başlar. Ekonomik krizin pençesinde bunalan halk Hitler’in karizmatik tekliflerine doğru hızla savrulmaya başlar. Hitler onları bu beladan kurtarmaya adaydır. Onlara yitirdikleri saygınlıklarını vermeye adaydır. Ve ilk kez geniş kitleler onu dinlemeye hazırdırlar. Artık küçük salonlarda, parti toplantılarında, yalnızca sempatizanlarının arasında kalabalıklara hitap etmeyecektir. O artık Almanya’nın siyasetçisi olmuştur. Artık o konuşacak ve tüm Almanya dinleyecektir.

Ekonomik kriz

1929 ile 1933 yılları arasında milyonlarca Alman geleneksel olarak destekledikleri partilerden uzaklaşıp Adolf Hitler’e ve Nasyonal Sosyalist Parti’ye yönelmeye başlarlar. Bunu yaparken, Hitler’in Almanya’daki demokratik yapıyı çökertmek istediğinin, bunun için kanunsuz yöntemler kullanabileceğinin farkındadırlar.

Ancak ekonomik kriz Almanya’yı çok derinden vurmuştu ve demokratik düzen bunun getirdiği sonuçlara cevap bulmada son derece yetersiz kalıyordu. Hitler’in kabul görmeye başlanması öncelikle bu durumla ilgiliydi. Bir de ‘güçlü bir liderin’ ülkeyi birleştirebileceği umudu vardı ki bu kaotik ortamın son bulması demek olacaktı.

Bu zorlu dönem ancak dayanışma ile atlatılabilirdi.  Ancak tarih bunun pek de böyle sonuçlanmadığını yazacaktı…