Okyanusta küçük bir damla

Dalia MAYA Köşe Yazısı
11 Kasım 2015 Çarşamba

10 Kasım’a sayılı gün kala, 7 Kasım’da Ankara’daydım, Anıtkabir’de.  
Önce bir küçük parantez.

Gün biraz heyecanlı başlamıştı. Telefonum, saati bir türlü geri alamadığımıza kızmış olmalı bu gece “yeter artık ben bir dünya vatandaşıyım” diyerek bu alakasız günde zamanı bir kere daha geri almaya karar vermiş. Haliyle akşam yatarken beni sabah uyandırmasını istediğim saat beşte alarm çalmaya başladı. Alarmım beşte çaldı çalmasına ama meğer o sırada saat altı imiş. Üç otobüs buluşma noktasına nereden baksan yarım saatlik mesafedeyim. Telefonum bana, bir kere daha, globalleşmiş dünyaya uyum sağlayamayanın geride kalacağını kanıtlarcasına bir oyun hazırlamıştı.

Bir koşuşturma, bir telaş; akabinde taksi koltuğunda Taksim’deyim. Taksim, sabahın kör saatinde cıvıl cıvıl... Unutmuşum yaşadığım şehir dışı mahallede erken sabah hareketliliğini diye düşünürken, cevap anında şoförden geliyor: “Burada gece henüz devam ediyor.” 

Uyum sağlayabilmek için uçarak hazırlanınca, küçük bir gecikmeyle gruba yetiştim. Otobüse binen son kişi ben olsam da günü yakalamayı başarmıştım.

Ve Anıtkabir… Bizler üç otobüs dolusu vardık Anıtkabir’e, ancak orada çok daha kalabalık bir ekip olarak bulunuyorduk. Bizimle birlikte ya da değil, farklı şirketler, kendi başına ziyarete gelmiş aileler, çoluk çocuk, kadın (başı açığı/bağlısı), erkek, Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si… Eskişehir Belediyesi, mesela 27 otobüs gelmişti Atatürk’ü ziyarete.

O kalabalıkta her iki tarafı ağaçlarla bezeli Aslanlı Yolu yürüdük, saygıyla ve vakurla. Randevumuz vardı Ata’yla. Merdivenleri çıkarken, kalabalıkta bir damlaydık her birimiz. Biz, altı saat yol gelmiştik, bir o kadar yol da aynı gün geri dönecektik. Nihayetinde 10-15 dakika Ata’nın huzurunda kalmak, saygı duruşunda bulunmak için. Deli işi idi belki. Ancak bazan, anlamak, fark etmek ve ilişkileri yaratabilmek için, kendisi için sıradan olanın dışına çıkmalı, ‘deli işi’ olarak nitelediğine izin vermeli insan.

Kalabalıkta bir damlaydık her birimiz. Bir kişi, ne kadar büyük fark yaratır diye düşünürüz çoğu zaman. Bir başıma ne becerebilirim? Merkeze, kendimizi bir birey olarak koyduğumuz için bir başımıza toplumsal değişime etki etmenin mümkün olmadığını düşünürüz. Öyle ya, okyanusta bir damladan başka neyiz ki? 
Oysa Ankara’da Anıtkabir’de merdivenleri çıkarken önce önümdeki kalabalığa sonra arkamdaki insan denizine bakarken, okyanusu tam da bu damlaların oluşturduğunu fark ettim yeniden.  Küçük aslında büyüktü. Büyüğü büyük yapan o küçüklerdi.

Çeşit çeşit damlalarla bir aradaydık orada. Ve hiç bir damla diğerini herhangi bir şekilde yargılamıyordu. Fatma, Kemal, Ali, Temel, Dalia, Hrant ya da ismi her neyse… İsimler değildi önemli olan, Eskişehir Belediyesi ile gelenlerin fularlarında yazdığı gibi “Ata’ya sözümüz var”dı her birimizin. Ve o sözü bir kere daha yerine getirmek adına bir adımdı atılan. “Beni anlamak demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir” demişti Atatürk. Ona bir nebze daha yakın hissetmek, havayı koklamak, Anıtkabir’de İstiklal Marşını dinlemek, millet birliğini yaşamak için oradaydık; saygılı, sakin, suskun ama bir o kadar da güven içinde.

“Karanlıkla aydınlığın kavgası sadece aydınlığın olduğu yerde” sözü ile karşılaşmıştım bir toplantıda. Ancak aydınlığın bu kavgayı başarı ile tamamlaması için karanlığı anlaması gerekiyordu. Anıtkabir ziyaretimin hemen ertesi günü Limmud’da dinlediğim konuşmacı Dorothy E. Siminovitch de aynı şeyi söylüyordu: “Bağlantı, ilişki için köprüdür.” Bağlantıyı kurabilmek için de “Kalbini açmak ve yargısız bakarak, karşısındaki her ne/kim olursa olsun anlamak” gerekir. Nesiller boyunca kendi kendimize bile kalbimizi açmaya o kadar uzak yetiştirildik ki, açık bir yüreğin bir zafiyet olduğunu zannediyor, hele ‘öteki’ dediğimize kalbimizi hiç açamıyoruz. Oysa tam da bu zayışık noktası insanın en güçlü olduğu yerdir. Farkındalığın ve şefkatin en yoğun, empatinin ve algının en keskin, öz güvenin en güçlü olduğu andır. Aydınlığın karanlığı anlaması için atacağı küçük bir adım büyük bir dalganın başlangıcıdır. Ve bütün mesele, her birimizin neye dönüşmeyi seçtiğimizdir: Okyanusta küçük bir damla, zaten büyük okyanusun kendisidir.