New York Entelektüelleri: Sosyalizmden Kapitalizme

New York entelektüelleri olarak adlandırılan, Irving Kristol, Irving Howe, Daniel Bell ve Nathan Glazer hakkında vurgulanabilecek ortak noktanın Amerika’yı yeterince tanımadıkları olduğu söylenebilir, öyle ki Nathan Glazer’ın söylediği gibi Marksist oldukları için Amerikan kültürüne uzak ve yabancı durmayı tercih ediyorlardı.

Umut UZER Köşe Yazısı
28 Ekim 2015 Çarşamba

 

Amerika’nın entelektüel tarihine baktığımız zaman New York entelektüelleri olarak adlandırılan grubu daha yakından öğrenmenin elzem olduğuna şüphe yoktur. Bu grup içinde de özellikle durulması gereken dört kişi vardır. Bunların ortak özellikleri hepsinin New York’ta Doğu Avrupa kökenli oldukça fakir veya orta halli Yahudi ailelerine mensup olarak doğmuş olmalarıdır.

Bu dört entelektüelin isimleri Irving Kristol, Irving Howe, Daniel Bell ve Nathan Glazer’dır. Bu dört entelektüel hakkında vurgulanabilecek ortak noktanın Amerika’yı yeterince tanımadıkları olduğu söylenebilir, öyle ki Nathan Glazer’ın söylediği gibi Marksist oldukları için Amerikan kültürüne uzak ve yabancı durmayı tercih ediyorlardı.

Bu kişiler kendilerinden önce gelen entelektüeller ile birlikte Amerikan kültürünün uluslararası düşünceler ile tanışmasını sağladığı gibi uluslararası kültürün de Amerikan siyasi düşüncesini anlamasını başarmışlardır. Birçoğu gettodan veya New York’un taşrası sayılabilecek Brooklyn’den çıkıp, evrensel fikirleri benimseyip ana akım Amerikan düşünce dünyasına eklemlenmişler ve onu geliştirmişlerdir. Ayrıca 1920’lerden 1940’lara kadar belirli bir etkinliği olan Stalinist düşünce ile de mücadele ön saflarda yer almışlar ve nihayetinde bu düşünceyi zihinsel olarak mağlup etmişlerdir.

Bütün bu evrensellik çabalarına rağmen Irwing Howe’in söylediği gibi “Yahudiliğimizin dini veya milli anlamı olmayabilirdi. Ama sevsek de sevmesek de, sevilsek de sevilmesek de, Yahudi’ydik işte.” 

Laik ve sol düşünceyi benimseyen bu aydınlar geleneksel dünyadan kopmaya çalışmışlar ve dine karşı soğuk bir tutum almışlardır. Örneğin Daniel Bell gençliğinde Tanrı’ya inanmadığını söylediği zaman babası ona “Tanrı’nın çok da umurundaydı” cevabını almış ve sinirlenmiştir.

Kendilerinin zihinsel gelişiminde ‘proletaryanın Harvard’ı’ olarak bilinen New York Şehir Üniversitesi’nin (City College of New York-CCNY) son derece önemli olduğu vurgulanmalıdır. Şehirdeki en prestijli üniversite olan Columbia daha çok Protestan elitlerin çocuklarını kabul edip, pek az Yahudi öğrenciye kapılarını açıyordu. Dolayısıyla bedava olması ve kapılarının birçok kesime açık olması sebebiyle Harlem’in kuzeyinde bulunan CCNY hem fakir kesime hem de çoğunluğu fakir olan New York’taki Yahudi toplumuna cazip bir eğitim imkânı sunuyordu. Öbür taraftan kadınların tam manasıyla üniversiteye kabulü ancak 1930 yılında mümkün oluyor, okulun ücretli olmasına ise 1970’li yıllarda karar veriliyordu.  

Burada vurgulanması gereken bu dört entelektüelden Irving Howe’ın New York’taki 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki Doğu Avrupa’dan göç etmiş Yahudi kökenli insanların toplumsal yaşamını, fakirliklerini ve zorluklarını anlattığı A World of Our Father’s kitabının son derece kapsamlı ve öğretici olduğudur. 

1920’ler ve 1930’larda sosyalist hareketin güçlü olduğu üniversitede okuyan birçok kişi bu düşünceyi benimseyip dünyayı anlamlandırmaya çalışmaktaydılar. Okulun kafeteryasında özellikle daha kalabalık olan Stalin tarafları ile Stalin karşıtı Troçkistler arasında şiddetli tartışmalar vuku bulmaktaydı. Dolayısıyla şehir üniversitesi ciddi siyasi tartışmaların yapıldığı bir merkezdi. Stalin karşıtları daha entelektüel bir portre çizmekte, sadece siyaset değil aynı zamanda edebiyat ve sanat üzerine de fikirlerini yazdıkları Partisan Review adlı dergiyi çıkarmaktaydılar.

Irving Kristol’ı sosyalist harekete alan da sonradan atan da Irving Howe olmuştur. 1950’li yıllarda ise Amerikalı Senatör Joseph McCarthy’nin komünist olmakla suçladığı aydınları, yazarları, Hollywood aktör ve yapımcılarını Kongre’de sorgulaması Amerika’daki liberal kesimin eleştirilerine maruz kalmıştır. Irving Kristol ise liberallerin komünizm tehlikesinin farkında olmadıkları için onları eleştiriyordu, bu da o kesimde Kristol’ın McCarthy’i desteklediği yönünde bir algı yarattı. Her ne kadar Kristol bunun doğru olmadığını söylese de daha sonra benimseyeceği neo-muhafazakârlık düşüncesinin köklerini belki de burada aramanın mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Irving Howe her ne kadar komünizme karşı olsa da, özgürlüklerin ve düşünce özgürlüğünün savunulması adına McCarthy ve Kristol’ı eleştiriyordu. Glazer ve Bell de açık bir şekilde senatöre karşı olduklarını ve siyaseti bırakması gerektiğini söyleseler de, bu cadı avı sebebiyle işini kaybeden insanların mağduriyetleri konusunda yeterince açık bir pozisyona almadılar ve onları desteklemediler. Bu da tabi liberal kesimde onlara karşı ciddi eleştirilerin doğması sonucunu getirdi.

Bu arada 1953 yılında Dissent dergisini çıkarmaya başlayan Irving Howe eski arkadaşlarını davayı satmakla ve konformist olmakla suçluyordu, öbürleri ise artık profesör olduk, daha dengeli bir pozisyona sahip olmalıyız iddiasında bulunuyorlardı.

1960’lı yıllara geldiğimizde ise Vietnam Savaşı karşıtı radikal sol bu entelektüellere ilk zamanlar hayran da olsalar, zaman içinde kendilerini koltuk (armchair) entelektüeli bulup fazla kitabi olarak tanımlıyorlardı. Gençler ise hemen devrim yapabileceklerine inanıp hem Amerika’nın içindeki eşitsizlikleri ve ırk ayrımcılığını sonlandırabileceklerini hem dünyaya devrim yoluyla barış getirebileceklerine inanıyorlardı. 

Entelektüel üretimleri oldukça fazla olan New York entelektüellerinden Daniel Bell ideolojilerin sonunun geldiğini iddia ediyor, Nathan Glazer Amerika’daki etnik gruplar üzerine çalışmalar yapıyor, Irving Howe Yidiş şiiri ve Doğu Avrupa Yahudiliği üzerine çalışmalar yapıyordu.

Sonuna kadar sosyalizme savunan bir tek Irving Howe kalmıştı. Kristol hariç diğer arkadaşlarıyla hâlâ fikri yakınlığa sahip olduğunu söyleyen Howe, Kristol’un öbür tarafa yani Cumhuriyetçilerin yanına geçtiğini ve artık hiçbir hissi ve fikri ilişkilerinin kalmadığını söylemekteydi. Nitekim Irving Kristol sağa kayıp neo-muhafazakârlığın ‘vaftiz babası’ olarak adlandırılacak ve Ronald Reagan’ın ve genel olarak muhafazakârların ideoloğu haline gelecektir. Kendisini Daniel Bell gibi sosyal olarak muhafazakâr olarak nitelendiren Kristol, dini toplumsal yaşamda bir istikrar unsuru olarak görmüş özellikle ahlaki çöküş ve aile yapısındaki sarsıntıların dini inanç ile çözümlenebileceğini düşünmektedir. Ayrıca laik ideolojinin bu konuda başarısız olduğu fikrindedir. Daniel Bell ise buna karşı olarak Kristol’un büyük şirketlerdeki yolsuzluğu göz ardı ettiğini söylemekteydi. Bu tartışmadan ahlakın sadece dini olmadığı, laik bir ahlakın da olduğunu sonucuna varabileceğimiz düşüncesindeyim.

Daha entelektüel bir dönemin çocukları olan bu entelektüeller solda başladıkları düşünce yapılarından kısmen uzaklaşmışlar ve Soğuk Savaş dinamiklerinden etkilenip Sovyet karşıtı söylem ve politikalar geliştirmişler. Tabi burada geçmişte Troçkist olmaları, Stalin’e dolayısıyla Sovyetler Birliğine soğuk bakmaları gerçeğinin etkisini de hatırlamalıyız. Tekrarlamak gerekirse içlerinde Irwing Howe sonuna kadar sol düşünceyi savunmuş ve cenaze töreninde meslektaşlarından Michael Walzer “yoldaşımızı kaybettik” sözlerini sarf etmiştir.  

Bugün Amerika’da güçlü bir sosyalist hareket olmasa da Demokrat Parti’nin başkan adaylarından Bernie Sanders’in sosyalist bir politikacı olması veya Noam Chomsky gibi entelektüellerin varlığı hâlâ bu ülkede sosyalist düşüncenin zayıf da olsa varlığını gösterir. Bunda New York entelektüellerinin katkılarının yadsınamaz olduğuna şüphe yoktur.    

Not: Bu aydınlar hakkında Arguing the World adlı belgesel youtube’da mevcuttur.