Peki ya siz?

Savaşmayacaksın rüzgârla, gelişi ile ya da gidişi ile! Uyum içinde kalmayı bileceksin onunla! Ne altında kalacaksın dalganın, ne de üstüne çıkacaksın. Ne üstüne gitmeye uğraşacaksın rüzgârın, ne de altında kalacaksın. Ama feyz alacaksın rüzgârdan. Alt edilmesi gereken bir düşman olarak değil; ehlileştirilmesi gereken bir yabani canavar olarak da değil ama destek alınması gereken bir dost olarak göreceksin onu.

Dalia MAYA Köşe Yazısı 0 yorum
8 Temmuz 2015 Çarşamba

Savaşmayacaksın rüzgârla, gelişi ile ya da gidişi ile! Uyum içinde kalmayı bileceksin onunla! Ne altında kalacaksın dalganın, ne de üstüne çıkacaksın. Ne üstüne gitmeye uğraşacaksın rüzgârın, ne de altında kalacaksın. Ama feyz alacaksın rüzgârdan. Alt edilmesi gereken bir düşman olarak değil; ehlileştirilmesi gereken bir yabani canavar olarak da değil ama destek alınması gereken bir dost olarak göreceksin onu. Fark edeceksin gücünü. Hissedeceksin. Bütünleşeceksin. Ve doldurup da yelkenini rüzgârın gücü ile çıkacaksın hedefe doğru yolculuğa. Bileceksin sırasında yelkenini indirip rüzgâra boyun eğmeyi. Duracaksın. Durup da izleyeceksin. Dengede. Herhangi bir aşırı güç sarf etmeden, bırakıp tüm harici kontrolü, dâhili akışın kanatlarına. İşte o zaman, tam o zaman, anlamını sunacak yaşam sana. Tam o zaman bileceksin, dengenin sürdürülebilirliğinin dengesizlikle sağlandığını. Bir anlamda dengenin hareketsizlik olmadığını. Tam o zaman bileceksin dengenin durağan olmadığını. Aksine, aralıksız bir vibrasyon halinde, kontrolsüz ama farkında ve uyumda bir hareket olduğunu. Ve yaşamın, vibrasyon halinde bir akışta gerçekleştiğini. Anlamı her ne kadar hedefe yüklemeye meyletsek de aslında, tüm oluşumun süreçte gerçekleştiğini. Tıpkı rüzgâr sörfünde olduğu gibi... Varılan yerde değil, varışa ulaşırken yüreğinin, ruhunun ve aklının Bir/liği’nde olmasında!

Algının insanın davranışını ve deneyimlerinin sonuçlarını nasıl değiştirdiğini de bir kere daha net bir şekilde gözlemledim geçtiğimiz hafta rüzgâr sörfü yapmayı öğrenirken. Ne yalan söyleyeyim bundan birkaç sene evvel de arkadaşlarla birlikte geldiğiniz bir Alaçatı tatilinde ilk defa rüzgâr sörfü yapmayı denemiştim. O zamanlar, azimle denememe rağmen, içeriden kendime baktığımda sörf tahtasına çıkmaya çalışan bir balina ya da fil gibi hissediyordum kendimi. Bugün o histen eser yok. Durum böyle olunca tahtanın üstünde hareket daha akışkan, denize ve rüzgâra uyum daha bir bütünsel. O günden bugüne ciddi bir kilo fakım yok. Zaman içinde daha fazla spor yapmış olmaktan kaynaklanan bir esnekliğim var olsa olsa. Bir de kendime bakışımdaki değişim. Kendimi algılamamdaki esneklik. Düşüncenin bedene hükmetmesi. Tüm farkı yaratan da bu yenilenmiş bakış açısı zaten. Algı neyi nasıl görmeyi tercih ediyorsa, sonuç o yönde oluşuyor.

Sözü tam da burada, belki de profesyonel bir golfçü olan Armold Palmer’e bırakmalı:

“Yenildiğinizi düşünüyorsanız, yenilmişsinizdir. Cesur olmadığınızı düşünüyorsanız, korkaksınızdır. Kazanmak istiyor fakat kazanamayacağınızı düşünüyorsanız, kesinlikle kazanamazsınız demektir. Kaybedeceğinizi düşünüyorsanız çoktan kaybetmişsinizdir. Başarı ancak onu istediğiniz takdirde gelecektir. Her şey insanın kafasında biter. Alt edildiğinizi düşünüyorsanız, alt edilmişsinizdir. Yükselmek için yüksek düşünmeniz gerekir. Bir ödül kazanmadan önce, kendinizden emin olmanız gerekir. Yaşam savaşını kazanan, her zaman en güçlü ya da en hızlı olan değildir. Er ya da geç kazanan kişi, kazanacağını önceden düşünebilen kişidir.”

Peki ya siz, kendinizi nasıl algılıyorsunuz?

***

Sanatın her zaman birleştirici olduğuna inandım. Toplumsal yaralara dahi parmak basıyorsa, bir direnişin ya da devrimin sesini bile yansıtıyorsa, özünde birleştirici olduğuna inandım. İnsanın bir müziği dinlerken, kendini melodiye bıraktığında tüm etiketlerinden sıyrılıp özünde kendini bulduğunu deneyimledim. Özünü bulan insanın tam o özünü bulma anında etrafındakilerin özlerini de keşfettiğini ve o noktada herkesin bir olduğunu deneyimledim. Bu yaşam deneyimleri ile yola çıktığımda on binleri, yüz binleri bir araya getiren bir müzik grubunun konserlerinin neden yasaklanmak durumunda kaldığını anlayamadım. Merak ettim, ne vardı bu konserlerde? Neden yasaklanıyordu? Kalktım, güvendiğim çok değerli bir dostumun eşliğinde gittim, Grup Yorum’un konserini izledim. Sesine, duruşuna, müziğine bayıldığım Joan Baez’in de katıldığı İstanbul konserini değil maalesef, ama daha önceki İzmir konserini izledim. İzledim demek yeterli değil. Böylesi bir konseri izlemiyorsunuz çünkü. Katılıyorsunuz, paylaşıyorsunuz, birleşiyorsunuz. Ve gördüm, yaşadım. Oradaydım. İzmir’de, Gündoğdu Meydanında. İnfial değil, muhabbet vardı. Bir bayram havası, bir piknik havası bir halay havası vardı. Sevgi vardı. Kabul vardı ben gibi bir yabancıyı da. Dostluk ve kardeşlik vardı. İnsanlık vardı. Ötekileştiriciliğin prim yaptığı dönemlerin sonuna geldiğimize inanmamı bir kere daha sağladı bu konser. Bir kere daha bakış açılarımızın gördüğümüz gerçeği ne denli değiştirebileceğini fark ettim. Açımızı genişlettikçe bütüne daha hâkim olduğumuzu fark ettim. Bir kere daha sordum kendime, kendime sorarken her birimize sordum aslında:

Peki ya siz, nasıl bir açıdan bakıyorsunuz kendinize, topluma, dünyaya?

 

 

5 Yorum