“Dingir Haldi nini şie şu a a i e niri ida kupa kapi rime iştie”

Dalia MAYA Köşe Yazısı
10 Haziran 2015 Çarşamba

Kimimizin keçi gibi çevik hareketlerle uçuşurcasına öncülük ettiği, kimimizin yer yer bir üst taştan elleriyle destek alarak ilerlediği bir tırmanışın ardından Van Kalesinin zirvesindeyiz.

Eski Van ayaklarımızın dibinde. 1915-18 yıllarında burada gerçekleşen müthiş savaş ortamında dönemin valisinin halktan şehri terk etmelerini istemesiyle koca Van boşalmış. Zaman içinde rüzgârın ve yağışların etkisi neticesinde geleneksel kerpiç binalar yığılıp kalmışlar toprağın üzerine. Derken, yeşermiş toprak, dalga dalga inişli çıkışlı bir vadi oluşturmuş Van Kalesinin gölgesinde... Ancak meşakkatli ve uzun bir tırmanışın sonunda kalenin zirvesine çıktığında görüyor gözler insan ve doğanın bu yaşam dönüşümündeki etkilerini.

Dağın tepesindeyiz. Zirvede. Neredeyse en ucunda. Van tüm ihtişamı ile gözlerimizin önünde. Van vadisi, yemyeşil, doğrudan Van Denizine1 dökülüyor.  Sonsuz ufka doğru yönlendirdikçe bakışlarımızı daha bir kendi içini görüyor insan. İleride mini minnacık görünen ve adını Ermeni bir kız ile Türk bir delikanlı arasında geçen söylenceden alan Ahdamar Adası. Daha sabah saatlerinde oradaydık. Oysa şimdi tepedeyiz. Yaklaşık 2000 metre rakımda, uçurum kenarından ayaklarımı sarkıtmak istiyorum. Küçük yaştan itibaren öğrenmiş olduğum temkinlilik “dur!” diyor, “gitme o kadar kenara!” Sanki görünmeyen bir duvar, engelliyor bir sonraki adımı atmamı. Kaşla göz arasında bir arkadaşımı görüyorum, tam da gitmek istediğim yerde. Anında yok oluyor o hayali perde, yanı başına oturuveriyorum: Önce ayaklarımızı sarkıtıyoruz, sonra sırtüstü uzanıp taşların üzerine başımızı bırakıyoruz boşluğa... O an, o sonsuz an korkuya, hatta düşünceye dair ne varsa, eriyip yok oluveriyor dimağımızdan. Bir neşe, bir kahkaha fışkırıyor yüreklerimizden. Korkunun kurbanı olarak yaşadığımızı fark ediyoruz bir kere daha. Farkında bile olmadan temkinli olmak adına kendimden hangi var oluş hallerini esirgediğimi ve deneyim anında sadece varoluşun farkındalığının coşkusu ile dolduğumu özümsüyorum.

***

“Dingir Haldi nini şie şu a a i e niri ida kupa kapi rime iştie.” Milattan önce 8. yüzyıldan gelen Çavuştepe Kalesinin 53 yıllık bekçisinin ağzından dökülüyor bu sözler. Aynı zamanda yere yazıyor sözlerini. Çivi yazısı ile. Defalarca gazetelere haber olmuş, dünyada Urartuca bilen 37 kişiden biri Mehmet Kuşman. Henüz daha gencecik bir fidan iken, buradaki kazılarda bekçi olarak bulmuş kendisini. Gelin gerisini ondan dinleyelim:

Buranın bekçisiydim. Kazılar yapılıyordu. İlk kitabe çıktığında bir Urartuca bilen bir hocayla işbirliği yapıp okuttular. Kazılar yapıldıkça kitabeler çıkıyor, kazıdan sorumlu hoca üzülüyor. ‘Neden üzülüyorsun hocam? Bak ne güzel kitabeler çıkıyor’ diyorum. ‘Okuyacak kimse yok’ cevabını veriyor. Ben de merak etmeye başladım. Merak ettikçe çalışmaya başladım. Zaman içinde okumayı ve yazmayı öğrendim. Kendim kendime öğrendim.”   

Mehmet Kuşman yere elleri ile çivi yazısı yazmaya ve yazdığını okumaya başlıyor. Buradaki kazılarda sarayın, kap kacağın yanı sıra, bir tahıl ambarı da gün ışığına çıkmış. Toprağa gömülü dev küpler, içleri buğday –ama binlerce yılda durdukları yerde kavrulmuş olarak- gün yüzüne çıkmış. Küplerin her birinin üzerinde, Urartu Kralı Sarduri’nin talimatı ile kaydedilmiş yazı, bir kere daha toprakta Mehmet Kuşman’ın güneşin altında yıllarca kavrulmuş parmaklarının hareketi ile gözlerimizin önünde şekilleniyor. Ve yine onun sesi ile Çavuştepe (Tuşpa) Kalesinin semalarında hayat buluyor. Çağdaş gezginler, binlerce yıl öncesinin kalesinde ölü olanın canlanmasına şahit oluyor:

“Dingir (Tanrı) Haldi2 nini (Haldinin izni ile) şie (bu küpte-burada) 4332 (çivi yazısında rakam yazma sistemi tıpkı roma rakamına benziyor) kapi3 (ölçek) rime (buğday) iştie (vardır) diyor:

Dingir Haldi nini şie şu a a i e niri ida kupa kapi rime iştie”

Günümüz Türkçesi ile Tanrı Haldi’nin izni ile bu küpte 4332 kap buğday vardır.

Saygı ve sevgi uyandırıyor Mehmet Kuşman. Azmin bir örneği. Dışarıdaki bir şey için kılını bile kıpırdatmayan insanın, içindeki bir şey için zamanını, hayatını, varlığını vakfedebildiğinin kanlı canlı bir kanıtı. İçsel güçle donatılmış böylesi bir çabanın önünde hiç bir engel kalmadığının sesi. Ve onun ellerinde bir avuç buğday tohumu; zaman içinde kurumuş, yanmış, kavrulmuş simsiyah.  MÖ 8. yüzyıldan günümüze kurulan bir köprü. O an zaman bükülerek, Urartu sarayının ambar bekçisi ve çağdaş gezginlerin elleri bir avuç yanık buğday üzerinde binlerce yılı yok sayarcasına birleşti. Gerçeği bilmek isteyenin önünde hiç bir şeyin, zamanın bile bir engel olmadığını, yaşamın ve birliğin eninde sonunda üstün geleceğini kanıtlarcasına...

1 Van Gölü diye öğretiyorlar ya bize okulda. Bilmiş bilmiş “göl orası, deniz değil diyoruz” Oysa, sıklıkla, yaşanan gerçek öğretilenlerden nasıl da farklı olabiliyor!

2 Haldi: Urartularda devlet ve savaş tanrısı, Urartu’nun baş tanrısı

3 Kapi: Urartu’da gramaj olmadığı için kap kullanmışlar. Türkçesi kap. Bulunan örneklerden yola çıkılarak bir kabın 240 gr. geldiği belirlenmiş.