Çanakkale Savaşı’nda bir çocuk

Peki, ya Çanakkale’deki çocuklar? Savaş yıllarında onların korkuları, heyecanları, gözyaşları, yaşadıkları neydi? Dünya’nın en büyük toplarının çıkardığı o korkunç sesler hangi masaldaki canavarı anımsatıyordu onlara? Bugüne kadar neden hiç kimse onları düşünmedi?

Sunay AKIN Köşe Yazısı
18 Mart 2015 Çarşamba

Günün hangi saatinde duyulacağı ve nereye düşeceği belli olmayan top sesleri, yirmi iki yaşındaki Hüsniye Hanım’ın sinirlerini iyice bozmaktadır. İlk oğlunu çocuk denilecek yaşta, henüz on dört yaşındayken kucağına alan Hüsniye Hanım, subay olan kocasının Çanakkale Şube Reisliği’nde görevlendirilmesiyle iki erkek çocuğuyla beraber Üsküdar’dan gelmiştir. Hüsniye Hanım’ın, 1915 yılında dört yaşında olan küçük oğlu o günlerden pek bir şey anımsamayacaktır ama sekiz yaşındaki büyük oğlu Ali, anı defterine 1928 yılında yazdığı bir yazıda şöyle anlatacaktır Çanakkale Savaşı’nı, bir çocuk gözüyle: “Düşman hemen hemen her zaman şehri bombardıman ediyordu ve biz bu esnada bin korku ile civar köylere kaçıyor, on gün kaldıktan sonra bombardıman biraz sükûnet buluyor, biz de dönüyorduk. Bazen yalımızda otururken karşımızda duran gemilere bombardıman başlıyor, vapurlar kaçmak isterlerken etraflarına düşen mermiler beyaz birer minare gibi su sütunları yükseltiyordu. Bazen bu mermilerden biri vapura gelir, o zaman canını kurtarmak için çırpınan, eline geçen şeylere sarılan bir insan kalabalığı suların üstünde görülürdü.”

Boğaz kıyısındaki evlerinden savaşı anlatan Ali’nin yanına geri döneceğiz ama Çanakkale Savaşı’nda sulara gömülen Titanik’i de unutmamalıyız! Evet, 1915’de Çanakkale’de batan bir Titanik vardır. Onu da, yedek subay Tevfik Rıza Bey’in günlüğünden öğreniriz. İşte, o defterin sayfalarından 18 Mart günü: “Saat 13:35. Allahım bu ne böyle? Bir gemi ateş alıyor. Batıyor. İki mermi isabet etti. Ufak bir patlama. Diğer yüzlercesinin arasında fark edilmiyor. Gemi mayına çarpıyor. Titanik’in buz dağlarına çarpması misali, 1600 tonluk koskoca gemi sulara gömülüyor. Önce burnu batıyor. Sonra kıç kısmı su yüzüne çıkıyor ve suya gömülüyor.”

Savaşa tanık olan askerlerin anlattıklarının bile bir korku senaryosundan farksız olduğu Çanakkale Savaşı’nın içinde, iki çocuğuyla sıkışıp kalan bir anneyi ve çocukların yaşadıklarını düşünün bir de!

Savaşın acılarını en çok yaşayan çocuklarken, savaş esnasında Çanakkale’deki çocukların tanıklıklarıyla yaşanılanları anlatmayı hiç düşünmedik çünkü biz, çocuğunu seven ama çocukluğu sevmeyen bir toplumuz. Bunun en önemli kanıtı da, gündelik hayatta büyüklerin birbirini kırmak ve aşağılamak amacıyla söyledikleri şu sözlerdir: “Bana masal anlatma”, “Çocukluk yapma”, “O dediğin çocuk oyuncağı”...

Sekiz yaşındaki Ali’nin anlattıklarına kulak veriyoruz yeniden: “Bazı geceler balkona çıktığımız zaman karşı sahilden top, el bombası, mitralyöz, tüfek sesleri, garip uğultular gecenin sesliği içinde kulaklarımıza gelirdi. Bazen zırhlılar şehre sokulurlar, o zaman herkesi bir heyecan, bir telaş sarar, yaylı arabaları dörtnala koşan beygirlerle zabit ailelerini şehirden kaçırır, istihkâmlar birer yumruk gibi uzanan toplarıyla bu siyah ölüm şehirlerini boğazdan içeri koymamak, İstanbul’a salıvermemek için çalışırdı.”

Çanakkale İbtidai Mektebi’nde okuyan Ali, savaş başlayıp öğretmenlerin kenti terk etmeleri üzerine, babaları asker olan çocuklarla birlikte okulsuz kalır. Bu durumdan rahatsız olan Çanakkale’de görev yapan subaylar, işgalin yanında bilgisizliğe karşı da savaş açma kararı alarak, derslere girmeye başlarlar. Türkçe dersine Ali’nin babası girmektedir.

Ali sayesinde mehtaplı gecelerde yaşanılanları da öğreniriz: “Bazen mehtaplı gecelerde rahat yatağımızda uyurken meş’um bir uğultu veya kulakları parçalayan bir tarakka ile uyanırdık. Tayyareler gelmiş ve bomba atmaya başlamıştı. O zaman biz çıplak vücutlarımıza giyebildiğimiz şeylerle şehrin dışındaki bahçelere kaçar, asker battaniyelerine sarınarak kardeşimle bekler dururduk.”

 Çocukluğunu yaşayamadan anne olan Hüsniye Hanım, bir yandan oğulları Ali ve Fikret’e geceleri sıkı sıkı sarılmakta, öte yandan kocası Selahattin Bey’in ölüm haberini alma endişesiyle, sabahı beklemektedir… Melankolik bir yapıya sahip olan Hüsniye Hanım, 1915 yılının ruh dünyasında kopardığı fırtınayı kolay atlatamayacak, savaş sonrasında iki kez intihar girişiminde bulunacaktır!  Ali’ye şiddet uygulayan zavallı kadın, Çanakkale Savaşı’nda yaşadığı korku dolu anlarla kekeme olan küçük oğlu Fikret’e daha sıkı sarılacak, büyük oğlunu bir kez olsun öpüp sevmeyecektir.

Ailesini 1918’de Çanakkale’den İzmir’e götüren Selahattin Bey istifa ederek iş hayatına atılır. Ne var ki, Yunanlılar İzmir’i işgal edince Edremit’e yerleşir ve Çanakkale’deyken emir eri olan bir adamdan aldığı borç parayla iplik, kuka, fanila, çorap, mendil alarak pazarda satmaya başlar. Ali de, bir zamanlar varlıklı bir aile olduklarını bilen Türklere görünmemek için, iple boynuna taktığı bir seyyar tezgâhla Rum mahallelerini dolaşır, “makaradis kovarikos” diye bağırarak babasına yardımcı olur. Ali, o günleri şöyle anımsar: “Akşamları babam benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü.”

Aman! Çanakkale Savaşı’ndan epeyce uzaklaştık! Biz yeniden 1915 yılına, Türk siperlerinde patlayan bombaların arasına dönelim…

 Derler ki, meteorlar doğanın en büyük, en güçlü canlıları olan dinozorları yok etti. Çanakkale’deki siperlerin içinde uygarlık tarihinin en güçlü, en görkemli bir kültürünün insanları da, üstlerine göktaşları gibi yağan bombalar altında, gelecekte var olabilmek için, nesillerini devam ettirebilmek adına direnmektedirler.

Hastane çadırında yaraları dikilen İsmail’e doktor, tedavisinin bu koşullarda yapılamayacağını, yaralarının çok derin olduğunu ve eve gitmesi gerektiğini söyler. İsmail sorar: “Efendim gideyim de, ne zaman geri döneyim?”

Doktor, izinli olarak gönderilen her askerden duymaya alışık olduğu bu soruya verdiği yanıtı yineler: “Evlat, yaran kabuk bağlar bağlamaz gel!”

Çanakkale direnişçilerinden İsmail’in varlığını küçük kardeşinden öğreniriz: Beş yaşındaki çocuk, Karadeniz’in bir sahil kasabasında her günkü oyuncaklarıyla oynamaktadır. Deniz kıyısındaki bir çocuğun oyuncakları ne olabilir? Elbette midye kabukları, çakıl taşları, kıyıya vuran dalgalar ve uçsuz bucaksız bir kumsal…

Çocuk, bir sabah başını kaldırdığında, kendisine doğru gelen sargılar içinde bir asker görür. Hiç görmemiş olsa da, gelenin cephede direnen ağabeyi olduğunu yüreğinde hisseder ve koşarak göğsüne gömer başını. İlk kez kardeş kokusunu alıyordur ama yıllar sonra o gün ciğerlerine çektiğinin kardeş değil,  barut kokusu olduğunu öğrenecektir!

Evinde dinlenmeye çekilen İsmail’i rahat bırakmaz komşular. Çanakkale’den bir gazinin geldiğini duyan herkes, evinden bulduğu her türlü yiyeceği İsmail’e taşır. İsmail de, her seferinde ziyaretçilerine yaralı olduğunu ve yorgunluğunu belli etmeden üniformasıyla karşılar ve dik duruşuyla onlara Çanakkale’de nasıl direndiklerini anlatır… Ve bir gün, annesine gitme vaktinin geldiğini söyler. Anne, “Oğlum gelen gidenden dolayı doğru dürüst dinlenemedin, kal biraz daha” deyince, İsmail bir yarasını gösterir: “Ama anne bak kabuk bağladı. Söz verdim, gitmeliyim”.

 İsmail evinden ayrılmadan, subay ceketinden parlak, metal bir düğmeyi kopartır ve kucağına her aldığında onlarla oynayan kardeşine verir: “Al, baktıkça beni hatırla ve sen hep oyna…”

Çanakkale’nin ‘meçhul’ olmayan on binlerce direnişçisinden biri olan İsmail’in kardeşi yıllar sonra Sunay Akın’a şunları anlatır: “Ağabeyim gitti ve onu bir daha hiç görmedik! Oynamam için bana verdiği düğme de, polisin evimdeki kütüphanemde yaptığı bir arama sırasında ağabeyim gibi kayboldu gitti...”

İsmail’in kardeşi, ölümsüz pek çok eserin altında adını okuduğumuz Rıfat Ilgaz’dır!

Ağabeyi Çanakkale’yi geçilmez kılan askerlerden biri olan Rıfat Ilgaz ile savaş sırasında Çanakkale kentinde yaşanılan korku dolu sahneleri bir günlüğün sayfalarında bize anlatan Ali, usta birer yazar olduklarında bir araya gelirler ve ‘Marko Paşa’ adında sömürüye karşı bir mizah dergisi çıkartırlar.

  Ali kim ki?

 Soyadı kanunu çıktığında adı olan Ali’yi soyadı olarak da almak isteyince, nüfus memuru böyle bir şeyin olamayacağını söyler. O da, ‘i’ harfinin şapkasını çıkararak ‘Alı’yı soyadı olarak yazdırır. Şimdi tanıdınız mı? Evet, savaşı bir çocuk gözüyle bize anlatan ve savaş sonrasında Çanakkale direnişçisi babasıyla birlikte işportacılık yapan ünlü yazarımız Ali Alı’dan başkası değildir…

Ama siz onu ‘Sabahattin Ali’ olarak tanırsınız!