Sina’dan Soma’ya İsrailoğulları

Kazancakis’in zihninde taşlar dünyanın oluşumunun bir parçasıydı. ‘Tanrı’nın Kurtarıcıları’ adlı eserinde, ‘Bir taşı çamurun içinden çıkarıp ev yapmakta kullanırsak ya da üzerine o ruhu kazırsak, o taş kurtarılmış olur,’ diye yazmıştı. Soma’da kömürü toprağın derinliklerinden çıkarıp kullanımımıza sunanlar, kömürü de bizleri de kurtaranlardır. Kazancakis olsaydı böyle görür, böyle selamlardı onları. Onları böyle görüp selamlamak şöyle dursun, acılı yakınlarına tekme tokat saldıranların, tepki gördüklerinde günah keçisi olarak İsrailoğullarını seçmelerine ise herhalde acıyarak bakardı.

Onur BEHRAMOĞLU Köşe Yazısı 0 yorum
28 Mayıs 2014 Çarşamba

“Kazancakis’in zihninde taşlar dünyanın oluşumunun bir parçasıydı. ‘Tanrı’nın Kurtarıcıları’ adlı eserinde, ‘Bir taşı çamurun içinden çıkarıp ev yapmakta kullanırsak ya da üzerine o ruhu kazırsak, o taş kurtarılmış olur,’ diye yazmıştı. Ona göre ziyanlık hammaddelerin hiçbir dönüşüme uğratılmadan öylece bırakılmasıydı. İnsanlık kendini geliştirmek için devamlı olarak dünya üzerinde çalışmalı, maddeye yeni biçimler kazandırmalıydı.” diyor Damon Young, ‘Bahçede Felsefe’ (Can Yayınları – Türkçesi: Esra Birkan) adlı kitabında.

1927 yılında Sina’ya gittiğinde, saatlerce deve üstünde dolaşarak İsrailoğullarının kaderini düşünmüştü Kazancakis. Çölle mücadelenin sertleştirip çelikleştirdiği kavmin Tanrı’sı da değişecek, direniş ruhu aşılayan bir Tanrı olacaktı elbet. Çorak, sarp, zalim doğa zindeleştiriyordu da, yıkılmayıp ayakta kalanı.

Soma’da kömürü toprağın derinliklerinden çıkarıp kullanımımıza sunanlar, kömürü de bizleri de kurtaranlardır. Kazancakis olsaydı böyle görür, böyle selamlardı onları. Onları böyle görüp selamlamak şöyle dursun, acılı yakınlarına tekme tokat saldıranların, tepki gördüklerinde günah keçisi olarak İsrailoğullarını seçmelerine ise herhalde acıyarak bakar, hatırlatırdı: “Onun yanına geldiğinde kendisine ‘Musa!’ diye seslenildi. Benim ben, senin Rabbin! Hadi pabuçlarını çıkar; sen kutsal vadide, Tuva’dasın. Ve ben seni seçtim; o halde vahyedilecek olanı dinle… Firavun’a git. Çünkü o, azdı. Musa dedi: Rabbim, göğsümü açıp genişlet. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz. Ki sözümü iyi anlasınlar… Buyurdu: İstediğin sana verildi, ey Musa. Seni kendim için seçip yetiştirdim. Firavun’a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap edin; belki öğüt alır, yahut ürperir. Korkmayın! Ben sizinle beraberim; işitiyorum, görüyorum.” (Kur’an-ı Kerim Meali, Tâhâ Suresi, 11-12-13-24-25-26-27-28-36-41-43-44-46, Türkçesi: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk)

“Firavun’a git. Çünkü o, azdı” buyurulduktan sonra “Firavun’a gidin, çünkü o azdı” deniliyor. Burada bir hikmet olmalı. İlk emirde, yapayalnızsın, bırakılmışsın, şairin melâl dediğidir bu, “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz” dediği. Dünya, insanlar ve her şey katı, kaskatı engeldir önünde. Dilde de görülür-duyulur bu, iki sözcükten sonra durulur: “Firavun’a git” - nokta. Tek başına zalimin karşısına dikilmiş insanın şöyle bir yutkunması, boğazının düğümlenmesi, nabzının durur gibi olmasıdır nokta. Sonra birken bin olunur, meydanlarda ya da yerin yedi kat altında, diri veya ölü ama binlercesindir. O zaman akış başlar, “Firavun’a gidin”dir artık emir, yalnız değilsindir, melâli anlayanlar bulunmuştur, kaskatı nokta değil virgüldür artık engel, aşılacaktır, (Bu cümle virgülle sürmeli, bitmemelidir!) Bir virgül olmuştur kalbin, eğik ve yalnız; bir virgül, bir ana rahmi. O rahimden doğmuştur doğacak olan. Ayaklanma, oradan başlamıştır.

Türk dilinin büyük ustası Refik Halid Karay, aynı sureyi şöyle yorumlar: “Fahlâ na’leyke ya Musa! Bu Arapça sözün Türkçesi şudur: Nalınlarını çıkar, ey Musa! Kavmine akıl hocalığı eden, kanunlar, kaideler koyan ve hakikaten de onu hayret verici bir sosyal inkılâba, medeniyete eriştiren o yüksek adamın bu derece basit bir şeyi düşünmemesine şaşmayınız. Hâlik ile karşılaşacak bir Âdemoğlu, Peygamber de olsa elbette heyecandan muvazenesini kaybeder. Sina ıssız bir yarımadadır. Tur korkunç bir dağdır ve tepesinde ona görünecek olan kudret, dört sene için seçilmiş bir beşer değildir.”

Refik Halid Karay artık pek okunmaz, onun da içinde az çok yer aldığı ‘Fecr-i Âti’nin ilk adının ‘Sina-i Emel’ olduğu da elbette anlatılmaz. Musa’nın nasıl Râb ile buluşarak en yüksek mertebeye eriştiğine inanılıyorsa, bu edebi teşekkül de öyle bir dereceye yükselme ümidinde, azmindedir. Gelin görün ki, Karay’ın anlatımıyla, “Bu isimde, bir Tevrat çeşnisi, bir Salomon Levi ve Şerikleri ticaret firması acaipliği vardır.” Onları “Hem terkip, hem muhayyile yükü altında ezen ismin arkasından ‘Fecr-i Âti’ aralarına bir demet çiçek gibi renkli, hafif düşüverince üzerine koşuşurlar. Öteki, sırık hamallarının ‘hınk!’ diye yere attıkları bir balya gibi ortada kalakalır.”

Ortada kalakalmış olana bir tekme de biz atarız, âdettendir. Sina’dan bu yana alışkındırlar hedef gösterilmeye, bunca ayıbı da ‘dört sene için seçilmiş beşer’in şaşkınlığı sayar, gülüp geçerler. Marx gibi, Einstein gibi, Benjamin gibi insanlık için çalışmaya, kendilerine atılmış taşı bile çamurun içinden çıkarıp ev yapmaya, maddeye yeni biçimler kazandırmaya devam ederler, ‘Salomon Levi ve Şerikleri’… Müziği ‘anonim’ olarak sunulan, aslı Yiddiş dilinde Yahudi halk şarkısı olan ‘milli’ şarkımızı söyleyelim ‘biz’ de, ‘onlar’ çalışmaktayken, haydi: “Havasına suyuna / Taşına toprağına / Bin can feda bir tek dostuma / Her köşesi cennetim / Ezilir yanar içim / Bir başkadır benim memleketim”

 

2 Yorum