Hayatın amacı ya ‘bana’ ya da O’na hizmet etmektir...

Eddi ANTER Köşe Yazısı
5 Haziran 2013 Çarşamba

İnternet  ortamının üzerimde yarattığı etkiden şaşırmaya halen devam ediyorum. Evimin rahatlığında bir mesaj yazıp, Facebook ve evrene yolluyorum. Ardından beğenenleri izliyor, yapılan yorumları okuyorum. Ancak hiç görülüp fark edilmezse gerçekten yazıp yazmadığım konusunda kısa bir an için kuşkuya düşüyorum. Acaba bahsi geçen yorumu yazdım mı yoksa sadece aklımdan mı geçti? Yani bir başkası tarafından algılanmadıkça ben de, yazdıklarım da yok diye akıl tuzağına kapılıyorum.  Herkes gibi benim de bu yanılgıya kolayca düşmem mümkün.  Sanki nükleer bombayı patlatmak üzere kırmızı düğmeye basıp sonucunun ne olacağını görmek için telsiz, radyo, televizyon veya dışarıdan bir haber bekliyorum.  Atom bombası atıldığında durumun daha farklı olduğunu sanmıyorum. Bombayı atıp ardından beklediler. Sonucu sonradan gördüler...

Bu arada gördüğüm bir başka şey de, dünyanın farklı şehirlerinde yaşayan, bambaşka sosyoekonomik geçmişi olan, kültür ve inançları değişik insanlarla “tanışıyor” olmam.  Her birinden de sürekli yepyeni tanım ve tarifler öğreniyorum. Herkes kendince hayatı anlamaya çalışırken bazı sonuçlara varıyor ve tespitlerde bulunuyor. Kimi buna körü körüne inanıyor kimi de tereddüt edip karşısındakinin fikrini alıyor.  Acaba? Evet, acaba kim haklı kim haksız? Kim doğruyu biliyor? Hayat nasıl yaşanmalı, nasıl yaşanmamalıdır? Hayatın anlam ve amacına ulaşmak ve herkesin kabul edeceği bir doğruyu bulmak ne kadar gerçekçidir acaba? Bu soruların sonu da ne zaman gelecek?

Geçenlerde “Ben agnostik’im” dedi bir genç bana. Eski Yunan düşünür Protagoras’a kadar uzanan bir felsefenin özüydü bu kelime.  Ateist, panteist, pananteist, derken agnostik ile yeniden karşılaştım. Elbette bu tesadüf değildi. Bu inancın temelinde ya hiç kimsenin Allah hakkında bir bilgisi yoktur düşüncesi var veya Allah hiçbir şekilde bilinemez diye kabul ediliyor. Peki. Bütün bu farklı kelimelerle sorgulamak ne için?

Konuyla ilgili yüzyıllardan beri birçok filozof, düşünür veya aydın kişi kafa yormuş, din adamları ise sadece verileni uygulamaya koymuş. İnsanoğlu gördüğüne inanmak tuzağının içinde yaşadığından beri, somut bir şey bulamıyor. Arıyor, araştırıyor, soruyor ve bulguları kabul edemediğinden tatmin olamıyor...  Maddi dünyayla manevi dünyalar arasında olan boşluk çok kademeli, karanlık ve derin. Görünen evrenle görünmez evrenler arasında ki bilinmezler de katmerli. Bu kadar çok soruya bu kadar az cevap olunca haliyle insan da pes ediyor. Bilinmezlerin sayıca fazla olduğu bir yolda kafa patlatmak yerine insan da, bildiği eski hamama eski tasıyla geri dönüyor. O anda unuttuğu şeyse bir başkasına hizmet etmeye başladığıdır. Farkında olmadığı, ya kendisine, kendi düşünce veya inancına, ya da yanında yakınında olan ve onun gibi düşünen bir başkasına hizmet etme, tapıp tapınma işlemine girişmiş olduğudur. Sürüden olmak suçu azaltır zihniyetine sığındığını dahi göz ardı ederken, kendi gibi düşünen ve davranan insanları seçen oluyor.

O var mı yok mu? Çünkü ben varım... Var olduğumu sanırken Carl Sagan’ın bir sözüyle karşılaştım. “Kanıtın yokluğu yokluğun kanıtı değildir.” Nasılda akla yatkın, değil mi? Bir şeyin var olduğunu ancak o yok olursa anlarız, ne yazık ki. Öyle değil mi? Biz de yok olmadığımıza göre, demek ki var değil yok’uz.  Sen, ben veya o diye bir şey yok. Sadece O ezelden beri var ve var olmaya devam edecek. Bu yüzdendir ki hayatın amacı ya bana hizmet etmektir veya O’na. Kendime hizmet etmek doğru bildiklerimle kafama uygun düşünüp bu doğrultuda davranmaktır. Peki, O’na hizmet etmek nedir?

Beline üç beş adet el bombası bağlayıp suçsuz insanlarla birlikte kendini öldüren kişi O’na hizmet ettiğini düşünüyorsa, bu bahsi geçen hizmet gerçekten hizmet midir? Bana mı hizmettir O’na mı?

Hayat ne çıkışı olmayan bir labirenttir ne de çözülemeyecek bir bulmaca; ancak hayat gizemdir. Bu gizemi sorularla çözmeye çalışan zihin cevaplarını buldukça bilgilenir, güçlenir ve kontrolü eline aldığını sanır. Soruların ardı gelmez; bu yüzden de zihin hayatı kontrol edemez. Bunu kesin olarak bilir. Özellikle gizem, sır veya bilinmeyen ne kadar büyükse zihin o kadar küçülür, aciz olduğunu fark eder. Aciz olmak, kontrol edememek ne zihni ne de egoyu mutlu eder. Konu inanç olunca akıl mantık devreden çıkar çünkü inanç yürekten gelir. Yürek bilir ve kabullenir. Sorgulamaz. Bu yüzden söyleneni yapacağım der ve uygular. Nasılsa zamanı gelince öğreneceğim diye kabullenir. Teslim olmayı yürek bilir ve teslimiyetin kaynağı özden gelir, sevgidir. Bağ, bağlılık, bağımlılık ve sahiplenmenin temelinde korku vardır. Zihin bilinmeyenden korkar; bu yüzden kontrol etmeye çalışır... Kuşlar uçtuğunu bilirler mi? Yoksa sadece uçarlar mı? Ya ağaç? Yeşil olduğunu düşünür mü? Yoksa sadece yeşil midir? Peki, insan, insan olduğunun farkında mıdır? Yoksa bu bile bilinmeyenlerden midir? Bildiğim 3D’nin açılımı duygu, düşünce ve davranıştan oluştuğudur. İnsanın varoluş hali duygularından ötürüdür. Evrende duygusallığa yer yoktur inancı duygusuz olmak anlamına gelmemelidir. Düşünceden duyguya, duygudan da öze ulaşılır yani akıldan bedene, bedenden de ruha varmak mümkündür.

Bu aralar ruhumu beslerken, sofu ve dindar kelimelerine takıldım. Sofu, saf, sufi, Allaha yakın demekken, neden dindar deniyor da “dingeniş” denilmiyor acaba? Dini bilgi edinmek insanı daraltıyor mu yoksa genişletiyor mu? Genişleyen akıl zihin mi yoksa bilinç veya ruhun kendisi mi? Madde maddiyat dünyasından uzaklaşıp, bilinç seviyesinin yükselmesi, ruhun mertebesinin artışı hepsi birer farkındalıktır ve farkındalık içseldir. Farkında olan insan da yargılamak yerine merhamet duygusuna sığınır.

Emirlerin ilki barizdir “Ben Allah’ım” der ikinci ise “sen değilsin!!!” Bu bilgiyi anlamak, kabul etmek, kabullenmek neden zor gelir acaba? Çünkü sen “bana” hizmet edensin ondan. Kendine çalışan, kendini düşünen, kendisi için düşünensin o yüzden. Hâlbuki seni düşünen Birisi zaten var. Senin için hesabı kitabı yapmış, filmini hazırlamış, senaryon belli. Tek yapman gereken rolünü oynamak, tercihen iyi bir şekilde oynayıp hayat Oskar’ını almak! Bu Oskar tek kişiye gitmiyor, işin ilginç yanı da bu. Herkese yetecek kadar ödül var.   Hepimizin almak potansiyeli de mevcut. Bu ilk baştan bize verilmiş; karar da senin hayat da.