Yankı Yazgan yazdı: TÜRK KAHVESİNDEN TÜRK BEYNİNE*

Kahveyi nasıl kavurup, pişirdiğimiz ve tadını nasıl çıkardığımız onu Türk kahvesi yapmıştır. Beyni nasıl geliştirip kullandığımız da onu şu ya da bu beyin yapabilir. Beynimizi nasıl kullandığımız hem içinde yaşadığımız çevrenin, hem de kültürün ürünüdür. Hayatımızın nasıl bir bağlam içinde cereyan ettiği beynimizin kullanım biçimini de belirler.

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
14 Kasım 2012 Çarşamba

Kahveyi nasıl kavurup, pişirdiğimiz ve tadını nasıl çıkardığımız onu Türk kahvesi yapmıştır. Beyni nasıl geliştirip kullandığımız da onu şu ya da bu beyin yapabilir. Beynimizi nasıl kullandığımız hem içinde yaşadığımız çevrenin, hem de kültürün ürünüdür. Hayatımızın nasıl bir bağlam içinde cereyan ettiği beynimizin kullanım biçimini de belirler. Bir başka deyişle, beynin işleyişi, beyni kimin taşıdığı kadar taşıyan kişinin içinde yaşadığı dönem, yer ve koşullara bağlıdır. Elbette, Türk beyni diye bir şey yok (bir ulusal beyin anlamında!); ama Türkiye’deki toplumsal (ve belki de iş) hayatın beklentilerine ve gereklerine en iyi uyan bir egemen beyin işleyiş tarzı olabilir. Üstelik, bir çok Türk beyni türü de içinde olduğu mikroçevrenin (deniz kıyısı, dağlık, çatışmalı, huzurlu gibi) gereklerine göre oluşabilir. Aslında, hemen her beyinin birden çok tarz ve türde işleme kapasitesinde olduğunu varsayabiliriz; ancak öne çıkan, o anda egemen olan beyin işleyiş tarzı, içinde yaşanan bağlam tarafından bir anlamda ‘seçilir’.

Kahve Yemen’den. Her ne kadar ne çekirdekleri Yemen’den, Kenya’dan, Brezilya’dan gelen kahve, ne de ana yapısını Afrika boynuzunda yaşamış büyük büyük ortak atalarımızdan miras almış olan beyin, ‘köken’ olarak Türk olmasa da, ikisini de Türk yapmak mümkün. Buradaki Türkleştirmeyi bir asimilasyondan ziyade, ödünç aldığını sahiplenip farklılaştırarak, kendisinin yapma (devşirme) gibi de düşünebiliriz.

Herşeyin ‘hemen şimdi, anında’ olması günümüz Türkiye’sindeki bağlamın (ya da zamanın ruhunun) öncelikli tercihidir. Şimdiye aşırı odaklanmanın yaygınlığı, bir an önce sonuç elde etme arzusu, geleceğin belirsizliğinin ya da muğlaklığının doğurduğu umutsuzluk veya aşırı ümitlilik ile eşzamanlıdır. İçinde yaşanan koşulların bir an evvel sonuç almaya zorlamasıyla ortaya çıkan derme çatma ve anlık çözümler, an’ı kurtarmayı başarır. Bu anlık çözümleri Türklerin geçmişindeki göçebelik dönemlerinden kalma alışkanlıkların sağladığı bir avantaj gibi görmek mümkün: o anda karşımıza çıkan bir meseleyi halledivermek, işimizi görüvermek, bize aynı zamanda eli çabukluk ya da beceriklilikle karışabilecek bir güçlülük hissi verir. Bakış açımızı yüzeysel bulanlara, çözümleri kalıcı olmamakla eleştirenlere karşı cevap hazırdır: üstünde daha fazla durmaya değmeyecek, hayatımız üzerindeki tesiri o ‘an’ın ötesine geçip geçmeyeceği belli olmayan bir konuya neden daha kalıcı çözümler arayalım, derin derin düşünelim ki? Sınavda çıkmayacak, ‘ileride lazım olmayacak’ konuyu öğrenmeme alışkanlıklarımızı da bu perspektiften anlayabiliriz.

Merak etme sen, ya da takma kafana, bir şey olmaz, gündelik hayatın zorlukları karşısında göçebelerin geleceği dert etmezliklerini iyi anlatan cümlelerden birisidir (Ergun Çağatay’ın Türkçe konuşan Halklar kitabına yazdığı önsözden esinle, Çağatay ve Kuban, Prestel, 2006). Konuştuğumuz dil, daha net söylemek gerekirse, bir duyguyu ya da düşünceyi söylemek için tercih ettiğimiz kelimeler, belli bir beyin işleyiş tarzına karşılık geliyor olsa gerek. Eğer günümüze özgü bir Türk beyni (işleyiş biçimi) varsa, buna denk gelen giderek daha çok tercih edilen kelimeleri bulabilir miyiz? Bu kelimeleri bilmek bizim aklımızda ve beynimizde olan biteni daha iyi anlamamıza yardımcı olur mu? Sadece Türkçe konuşanlarda değil, başka dilleri konuşanların beynindeki egemen işleyiş biçimini dilde o dönem daha ziyade kullanılan kelimelerden tayin edebilir miyiz?

O zaman, İstanbul’un sokaklarına çıkıp dolaşmak kentin ve yaşayanlarının beyin ve akıl işleyişlerinin anlaşılmasını sağlayacak bir tür nöropsikiyatrik muayene yerine geçebilir. Tarihi yarımada ya da Galata’da girdiğiniz her sokak, Nişantaşı ya da Bebek gibi havalı mahalleler, Çeliktepe veya Ümraniye gibi son 50 yılda kente gelmiş kırsalın yaşama alanlarında en sık duyacağınız kelimeler hemen ve haydi olabilir, olacaktır. Başka kentlerde, başka dillerde subito, depeche ya da alles vite gibi ‘bir an önce’liği ve ‘şu anda’lığı vurgulayan benzer kelimelerin varlığı aşikar. Ancak, kelimelerin hayat içinde ne yoğunlukta, ne sıklıkta kullanıldığı bağlam, o ülkede o dönemdeki hayat tarzına (ve bunun ürettiği beyin işleyiş tarzına) bağlı olabilir. Hemen ya da haydi Türkçe’ye ne zaman girmiştir, ne zamandan beri dilimizdedir, bilemiyorum, ancak pek yeni olmadıkları apaçık. Peki, bu kelimelerin anlamlarında, taşıdıkları mesajda bir değişiklik var mı son dönemlerde? Bu kelimeleri daha çok mu kullanıyoruz?  Bu kelimeleri gündelik dilimizde daha çok kullanmamıza yol açacak bir aceleciliğimiz mi var? Çevreden bize gelen uyaranlara hemen, gecikmeksizin karşılık verme eğilimimizde bir güçlenme görülüyor mu? Bilimsel ve net cevabı olmayan, olmadığı için de tahminlere bolca yer bırakan sorular.

Kendimi geçmişten günümüze o zamanların bir simgesi olarak kalan Mehteran’ı düşünmekten alamıyorum. Savaş naraları arasında, yeniçerilerle beraber, pek o kadar da acele etmeden ilerleyen, iki adım ileri, bir adım geri yoluna devam eden mehter takımı; temkinli, telaşsız. İleri.

 

* Y. Yazgan’ın Feelings Run Faster adıyla Boyut yayınları tarafından Kasım 2012 sonunda yayımlanacak olan kitabının giriş bölümünün yazar tarafından yapılmış çevirisi.