Yaşlanmak mı, yaş almak mı?

Ben bizim Rumeli’nin insanını çok iyi tanırım. Seksen yaşında bile olsa, işine gitmeyi, bir şeyler yapmayı, üretmeyi, hiçbir iş olmasa da arkadaşlarıyla iş yerinde bir araya gelmeyi severler. Babam da öyleydi.

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
17 Ekim 2012 Çarşamba

Geçen gün çok sevdiğimiz bir aile dostumuzu aradım. Yetmiş yedi yaşında, son derece sıcak, tatlı dilli, beyefendi, tecrübeli bir insandır. İşinde çok başarılıydı ama yetmiş yaşından itibaren emekli olmayı seçti. Babamın çok eski arkadaşı olmasından dolayı da onu ayrıca sever, ona içen bir saygı da duyarım.

“Gelmiyorsunuz bize Ali Amcacığım, ben de sizi evimde ağırlamak isterim. Babamla yaşadıklarınızı sizden yeniden dinlemek her zaman çok mutlu ediyor beni. Muhakkak bekliyorum.” dediğimde, çıkamıyorum artık kızım, dedi. “Yaşlandık artık…”

Ben bizim Rumeli’nin insanını çok iyi tanırım. Seksen yaşında bile olsa, işine gitmeyi, bir şeyler yapmayı, üretmeyi, hiçbir iş olmasa da arkadaşlarıyla iş yerinde bir araya gelmeyi  severler. Babam da öyleydi.

Burada durum farklıydı.

Ali Amca yaş aldığını unutup yaşlanmayı seçmişti. Yetmiş yedi yaşındaydı doğru. Araba kullanmayı tercih etmiyorsa metroyu kullanabilirdi. Sabah ve akşam yürüyüşlerine çıkabilir, ayda bir kez İstanbul’a inip esnaf arkadaşlarını ziyaret edebilir, kitapçılarda vakit geçirebilir, iyi bir okur olabilir, kendini daha iyi hissedebilirdi.

Bütün gün evde oturup televizyondaki kadın programlarını izlemenin, aynı saatte yatıp aynı saatte kalkmanın eşinin, hiç gerek yokken üstelik yaptığı her işe karışmanın, gereksiz gerginlikler yaşamanın, evliliği yıpratmanın hiç âlemi yok.

Yaşlılık; ruhsal olarak gerçekleşir. Buruşan ten, beyazlayan saçlar, aşırı alınan ya da verilen kilolar, zorluk çıkaran dişler, tansiyon, şeker, kolestrol gibi ipuçlarıyla gelir, doğrudur. Bunları kabul edip, gerektiğinde ilaç alarak, doktor sözü dinleyerek yaşamak da tabii ki önemlidir.

Ama sırf bunlar var diye hayattan vazgeçmek, işi gücü bırakıp eve kapanmak, hayatın hiçbir alanında kendine yer açmamak, televizyon ya da ev bağımlısı olup hayatı iki üç konu içinde sınırlamak da neyin nesi oluyor?

Yaşlanmadan konuşmak kolay, sen de bu yaşa gel anlarsın, dediğinizi duyar gibiyim.

Babam seksen dört yaşında vefat etti. Ölümünden iki gün önce parkta arkadaşlarıyla buluşup sohbet etmişti. Mokasen ayakkabı giymeye ve kravat takmaya alışık bir insan olduğu için, belki de ilk ve son kez daha yumuşak bir ayakkabı giymeyi o gün zorla kabul etmişti. Tek istediği dostlarıyla iki çift laf etmek, biraz hava almaktı.

Doksana merdiven dayamış ama yaşama sevincini asla kaybetmemişti.

Yaşayacağımız hayat belli.

Şu ya da bu, bir sebeple bir gün sona erecek zaten.

O zaman bize düşen şey önce kendimizi sonra da bizi sevenleri mutlu etmek için hayata sımsıkı tutunmak.

Hastalıkları kabul etmek ama onları hayatın merkezi haline getirmemek…

Onlarla yaşamayı örenmek…

İşlere devam edebildiğimiz kadar devam etmek,  o işler bitince de kendimize gerçek ve yeni meşgaleler bulmak…

Evliliğimize daha çok değer vermek, hayat arkadaşımızın kıymetini daha çok bilmek…

Yaşamımıza sığdırdığımız tüm dostları aramak, onlarla bir araya gelmek…

Hayatı sevmek ve ne olursa olsun ondan asla ve asla vazgeçmemek…

Hayat, sahip olunabilecek en değerli şey… Ali Amca’yı dinlemedim elbette.

Siz gelemem derseniz, ben gelir sizi alırım, dedim.

Eşiyle birlikte bir akşam evimde misafir ettim. Annemin de katıldığı yemekte eski günlerden söz ettik, çocukluğumun en güzel anılarını yeniden yaşadım, onların hiç bilmediğim hikâyelerini dinledim. Babamı andık…

Hayat büyüklerin varlığıyla çok zengin ve çok daha renkli…

Büyüklerimiz de bizi kendilerinden mahrum etmemeli.

Onlara çok ihtiyacımız var. Kaç yaşında olursak olalım, her zaman onların küçüğüyüz çünkü.