Roma’ya Woody gözünden bakış

Woody Allen’in Avrupa’dan kartpostallar kıvamında çektiği filmlere bir yenisi eklendi bu ara. Bundan önceki Barselona ve Paris dekorluları beğendiyseniz buna da itiraz edeceğinizi sanmıyorum. Gerçi bu seferki Trattoria’da yediğiniz set menüden sonra sunulan zararsız fakat fazla şekerli limoncello tadında desek yalan olmaz.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
3 Ekim 2012 Çarşamba

Woody Allen’in Avrupa’dan kartpostallar kıvamında çektiği filmlere bir yenisi eklendi bu ara. Bundan önceki Barselona ve Paris dekorluları beğendiyseniz buna da itiraz edeceğinizi sanmıyorum. Gerçi bu seferki Trattoria’da yediğiniz set menüden sonra sunulan zararsız fakat fazla şekerli limoncello tadında desek yalan olmaz. Woody Allen’in 70’lerden beri film yapması, günümüzde bir kaç yönetmene nasip olmuş bir şans.  (buna başka örnek, tek aklıma gelen isim Scorsese.) 72’de yaptığı ‘Everything You Always Wanted to Know About Sex’ adlı bir filmi vardı örneğin. Yine segmentlerden oluşuyordu, yine kopuktu, ve çok komikti. Son 15 dakikasında örneğin bilim kurgu denemesi bir bölüm vardı. Endişeli Woody bu sefer karşımıza asabi bir sperm olarak çıkıyordu. Özgündü. Popüler beğeniyi hedeflemiyordu.

Ancak şaşırdığım şey, son zamanlardaki filmlerinde kendi üslubunu taklit eden yeni bir yönetmen gibi davranmaya başlamış olması. Pastiş deniyor sanırım bu tür yapımlara, yaratıcılığına hayran olduğu Woody Allen’i seyirciye hatırlatmak istiyor. Benim yakalayabildiğim kadarı ile kendi uyduruk terimi olan Ozymandias melankolisi mesela Stardust Memories’den. Hatta yabancı bir kaynakta okuduğum kadarı ile bu filminde ‘Paris’te Geceyarısı’ filminde yaptığı bir espriyi birebir tekrarlamış, ama ben yakalayamadım. Her filminde olduğu gibi bu filminde de Allen sadece kendini anlatıyor. ‘Emeklilik ölümle eş değerdir’ diyor örneğin... Sinema tarihinin en görkemli otobiyografi serüveni Woody Allen olsa gerek....

Gelelim bu filmin içeriğine. Film, bir polis memurunun kameraya yanaşıp izleyiciye açıklama yapması ile başlıyor (ki artık bu tekniği bayat buluyorum.) Fondaki şarkı  Volare!  Bana kalırsa İstanbul filmi çekseydi muadili  ‘Üsküdar’a Gider İken’ olabilecek kadar genel bir seçim...

Güzel tiplemeler var. En beğendiğim tipleme Roberto Benigni tarafından canlandırılan orta direk memur tiplemesi. Adamcağız sıkıcı ve tekdüze hayatında işe gider gelirken, bir anda anlaşılmaz sebeplerden ötürü Reality  Show meşhurları kıvamında bir üne kavuşuyor. Kim Kardashian misali bir ün... Nasıl tıraş olduğu, kahvaltıda ne yediği, ne tür iç çamaşır kullandığı merak konusu oluyor. Restaurantlara yer ayırmadan giren, kadınların tacizine maruz kalan, özel şöförlü bir ikon halini alıyor. Adamın yüzündeki şaşkın ifade görmeye değer. Başka bir öyküde genç bir evli çift, günlerini şanssızlıklar yüzünden ayrı geçiriyorlar. İkisi de gün içinde başka partnerlerle beraber olma şansı yakalıyorlar. Carpe Diem, anı yaşa gerisi hallolur cinsi bir hikâye. Bu çift,  İtalyan evlilik komedisi türü filmlerindeki tipleri çağrıştırıyor. Bu öyküde Penelope Cruz’a bayıldım. Woody Allen’in hep yarattığı tipik kadın karakterin boyundurluğu altına girmeden kendi tarzını yaşatabiliyor.

Günümüzdeki aşk üçgenlerine gönderme yapan öykü ise Amerikalı genç mimarla sevgilisinin yanına tatile gelen genç film yıldızının öyküsü. Woody Allen’in en sevdiği temalardan biri de göstermelik entellektüellerdir. Satır başları ile konuşup, felsefeden şiirden, sanattan müzikten çok anladıklarını ima eden ama gerçekte, manşetten ötesini bilmeyen tiplerle her filminde dalga geçmeye çalışır. Bu filminde de sanatçı içgüdüsü ile uygunsuz davranan satır başı enteline hayran olan genç adam aracılığı ile kendi tecrübesini paylaşıyor:  1) Hayat sizin gençlik hayallerinizle örtüşmez. 2) kendini akıllı diye dayatan kadınlara güven olmaz.

Kısacası, şen kahkahalar atmak ve Woody Allen külliyatına yeni bir eser eklemek adına gidin izleyin. Benim kadar eleştirel bakmayın.