Hepimize biraz daha fazla oksijen!

Mois GABAY Köşe Yazısı
8 Haziran 2012 Cuma

İnsanoğlunun kendisini tehdit eden en büyük tehlike olan ölüme bile galip geldiği, korkunun, endişenin yerini, sevinç, heyecan, coşku ve aşka bıraktığı bir dağın zirvesi gibidir mutluluk. Sürekli ağırlığını hissettiğimiz hayatın stresinden kurtulup, yerçekimi olmayan bir ortamda kendimizi boşluğa bırakmaktır. Ulaşması bir o kadar zor, ama ölüme karşı tek silahımız olan bu duygunun son zamanlarda çevremde gittikçe azaldığını hissediyorum.

Son günlerde sanki etraftaki herkes mutlu olmak yerine pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi patlamayı bekler oldu.

Eğer sizin de yaşınız daha genç ve kariyerinizde çıkılmayı bekleyen daha çok basamak varsa iş ortamında çoğu zaman kendinizi Afrika ormanlarındaki vahşi hayvanlar gibi hissedersiniz. Çoğumuz iş dünyasında bir damla daha fazla kariyer veya bir lokma daha fazla kazanç için kimi zaman karşımızdakini parçalayabilecek duruma gelebilirken işten bize kalan zamanda ise biraz daha fazla huzur ve nefes almaya ihtiyaç duyuyoruz. Her gün iş çıkışı biraz bu oksijeni almak ve rahatlamak için iş ve ev arasında yürümeyi tercih ediyorum. Son bir haftadır yürürken gözlemlediğim o kadar çok kavga var ki gözümün önünde cereyan eden, aslında sinirli biri olan ben bile kimsenin kuyruğuna basmamak için iyice içime sindim. Birbirimize o kadar tahammül edemez olmuşuz ki bazen ani bir fren veya bir aracın yol vermemesi gibi bir durum anında bile aynı anda iki aracın şoförü araçlarından çıkıp sanki önceden ayarlanmış bir boks maçında ringde kapışmayı bekleyen iki boksör gibi birbirine bir anda saldırabiliyor. Sokakta bir anda kavgaya tutuşan, küfreden insanlara o kadar alıştık ki, hayatın bir parçası oldu. Yaşadığımız gergin politik iklim herkese o kadar yansımış ki aynı fikirlerde olmayıp, aynı takımı tutmayanlar, karşıt görüşlü olana neredeyse selamı sabahı keser hale gelmiş. Bu sıkıntılı ortamda âşık olduğum şehrin her gün bir köşesinde hızla bitirilmekte olan inşaatları kastedip “Ne aceleniz vardı?” dediğini duyuyorum. Her geçen gün “yeni fethedilmiş bir Bizans kalesi” gibi her bir taşı değiştirilen memleketimde, bir tarafta yeniden hayata kazandırılan, keyifle izlediğimiz Osmanlı eserleri yanında, rant uğruna kurban edilen başka bir eserin acısı ile İstanbul’da yorgun gözüküyor.   

İşte tam bu umutların azaldığı zamanlarda insan çevresinde ezber bozacak birilerini veya bir olayı bekliyor. Geçtiğimiz hafta sonu bir bölümüne katıldığım Galata ve Pera bölgesinde ‘3. Kültürlerarası Sanat Diyalogları’ adı altında düzenlenen festival tam da bu ezberi bozar nitelikteydi. Galata Kulesinin hemen önünde kurulan sahne, İngilizce şarkılar söyleyen kızımız, etrafta farklı ülke bayrakları, bir yanda başörtülü, diğer yanda mini şortlu gençler, ellerinde içkileri ile ritim tutan kalabalık, diğer köşede orta yaşlı oturan aileler, meraklı turistler kısaca arzu ettiğimiz İstanbul portresiydi. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın etkinlik konuşmasında belirttiği  “Türkiye’nin özeti İstanbul, İstanbul’un özeti Beyoğlu” sözü hepimizin ortak temennisi gibiydi. Nitekim gecenin devamında şarkıcı Pamela’nın, Galatasaray Meydanında verdiği canlı duvar konseri bu temenniyi doğrular nitelikteydi. O gece içimde “Umarım aynı coşku ve birlikteliği ekim ayında planlanan Avrupa Yahudi Kültürü Gününde de Galata’da yaşarız, neden olmasın?” duyguları ile eve döndüm.   

Pazar günkü rotam ise keyifli bir kahvaltı için önce Cihangir oradan da Nişantaşı’ydı. Cihangirin bilindik mekânlarından Smyrna’ya bir gün yolunuz düşerse girişte sol duvarda bulunan yabancı bir ressamın elinden çıkan ‘Souvenirs d’İstanbul’ portrelerine bakmadan geçmeyin. Nişantaşı’nın ‘taş bebekler’ imgesi, Fatih Çarşamba’nın ise ‘çarşaflı hanımlar’ ile tasvir edildiği o portrelerdeki asıl zenginlik tüm semtlerin farklılıklarına rağmen İstanbul’un bir parçası olabilmesindendir. Kahvaltıda yan masada hararetle sohbet eden eflcinsel bir çift, az ötede içini gösteren şeffaf siyah desenli kıyafetinin çekiciliğiyle oturan bir kadın, dönüş yolunda Reasürans çarşısında özgürce Latin dansları yapan kalabalık, gündüz vakti keyifle rakı bardaklarını tokuşturan turistler pazar gününden aklımda kalan özlenen bir İstanbul fotoğrafını oluşturmaktaydı.

Küçüklüğümden beri hep kadınlara hürmetin ön planda olduğu, sadece siyah beyaz değil de gri renklerin de var olduğu, hayatı tüm renkleri ile kucaklamanın gerekliliğinin esas olduğu bir ailede büyüdüm. Şu zamana kadar içinde bulunduğum çevreler de bana hep İstanbul’un sadece yaşadığımız mahalleden ibaret olmayıp bizden başka gerçeklerin de var olduğu bilincini bana aşıladı. Biliyorum ki sokaktaki insan da bu bilinçte olduğu için bugünlerde oksijeninin azaldığını hissediyor. Grilerin kaybolduğu, tek bir otoriteye körü körüne bağlı olunan bir dünyayı artık kimse arzu etmiyor. Herkes böyle zamanlarda birilerinin daha çok ön plana çıkıp doğru olanı kahramanca ifade etmesini bekliyor. Burada da asıl görev toplumun kanaat liderlerine düşüyor. Birlik ve beraberliğin her daim korunduğu aramızdaki uçurumların daha da artmadığı bir gelecek temennisiyle…

 

Notlar:

1- Özellikle gençlik derneklerinin ve kimi kurumların toplu mesaj gönderiminde artık yaşlara göre bir ayrım yapması gerekiyor, nitekim ancak böyle bir çalışma bireylerin bu mesajlardan bıkıp okumadan silmesini azaltabilir. Geçtiğimiz hafta bizim yaşımızla ilgisi olmayan etkinliklerin hem kendimin hem de patronumun cep telefonuna ulaşması bunu bir kez daha hatırlattı. Her ne kadar bir tanıdıklarına iletir mantığıyla bile yapılsa da, iş yoğunluğunda hepimizin kısa mesaj okumaya ne kadar tahammülümüz olmadığı bir gerçek. Umarım kurumlarımız kısa mesajın yanında ilgili kişiye hitaben birebir iletişim metodunu da ileriki zamanlarda daha fazla kullanır.

2- Duydunuz mu? iPad’in e-kitap mağazası ibooks’ta satılan ilk Türkçe kitap ‘Sanki’ İstanbullu bir işadamı Moris Algazi’ye ait. 35 yaşında asıl mesleği tekneler üzerine olan ama yazı yazmaya da gönül vermiş içimizden bir gizli değer daha ezberleri bozarak yapılmayanı yapmayı başardı. Tebrikler