“Kesinlikle olmaz!”

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
10 Mayıs 2012 Perşembe

“Olmaz” diyordu annem, bir taraftan elimdeki iki civciv diğer taraftan sessizce ağlayan benim gözümdeki bir damla yaşa aldırmadan. Kesinlikle olmaz , “eğer onlar bu eve girerse, ben çıkarım.” Hâlbuki ben onlara isim de takmıştım, Hulusi ve Nebahat. Bugünkü aklım olsa bu boş blöfe kulak asmaz, annemin biraz gezinip eve geleceğini bilirdim… Yaşım 7-8 civarı. Her nereden buluşturduysam parayı, Burgaz adanın pazarından bi dünya civcivin arasından ‘özenle’ seçtiğim Hulusi ve Nebahat’i bir kesekâğıdı içinde eve getirmişim. Olan olmuş bir kere, annemin onları eve almamasına mı üzüleyim, annemin evi terk edeceğine üzüleyim… Tek silahım, duygu sömürüsü, yaptım başardım da. Ana yüreği işte… Daha fazla direnemedi; anaç tavuk olarak sahiplendi. Önce manavdan iricesinden bir kasayı kümes olarak dayadık döşedik… Sonra üşümesinler diye içine bir ampul sarkıttık. Sormayın bendeki mutluluğu; evden çıkmıyorum, tam mesai. Ertesi gün, biraz çıksam mı acaba? Üçüncü gün “anne suyuna bakmayı unutma!” Bir hafta sonrasında, annem “Niye getirdi ki bu gürültücü civcivleri eve? Bütün gece ‘cik, cik’ uyutmuyorlar adamı. Ne münasebetsizce bir davranış, evde civciv!” İşte, evde beslenebilir hayvanat kısmı ile ilk kırılma noktamı rahmetli Hulusi ile Nebahat’a borçluyum. Ondan sonra evimizde her daim, minik dostlarımızdan birileri her daim oldu…

İlkokuldayım; yaş günümde gelen paraları, yememişim içmemişim biriktirmişim. O zamanlar ortam mı farklıydı ben mi çok cesaretliydim? Kendi aklımca yeterince büyümüş olduğumu düşünüp, yanıma da benim gibi aklı evvel bir arkadaşımı katıp Teşvikiye Camiinin önünden kalkan Eminönü dolmuşlarına binmişim. Aklımca hayvan pazarındaki akvaryumculara gidip paramın yettiğince gerekenleri alacağım. Yaptım da… Malzemeleri aldıktan sonra geriye kalan üç beş ile uyduruk kıytırık birkaç balık alıp eve kendi kilom kadar malzeme ile geldim… “Olmaz” diyordu annem, kesinlikle olmaz… “Bu balıklar ile uğraşamam,” diyordu. Ama ben biliyordum ki bu iş oldu bile. Ne-tekim kısa bir süre sonra yatak odamızda akvaryumu nereye koyacağımızı konuşuyorduk melek annemle. En uygun yerin benim çalışma masamın üstü olduğuna karar verildi. Saatler süren detaylı bir çalışma ile akvaryum kuruldu, kumu, bitkileri, filtresi, ısıtıcısı… Balıkları kondu, ışığı yakıldı; offfff ne görüntü, sanırsın okyanustayız. Yatana kadar ayrılmadım akvaryumun başından. Sanki içime doğmuş, ilk ve son kere baktığım. Gece yarısının zifiri bir saatinde deriiin uykumda; pıt, pıt, pıt, periyodik bir ses… “Yok canım” diyorum kendi kendime, olamaz… Karanlıkta dinlemeye devam ediyorum; pıt, pıt, yavaş yavaş hızlanıyor; pıt, pıtı, pıt. Sonra bir de “pofff” sesi. Kalkıyorum; ayaklarım ıslak halıyı hissediyor. Işığı yakmak istiyorum, (poff sesinin atan sigorta olduğunu ‘bugün’ anlıyorum). Heyhaaat ışıklar yok. Tedarikliyiz o yıllarda elektriğin kesilmesi kadar normal bir şey yok; mum yakıyorum. Anaaa!! Akvaryumun dibinde bi gıdım su kalmış, devamı ayaklarımın altında. Ev ahalisi uyanıyor, herkeste bana düşman bakışlar, elde yer bezleri, kovalar. Çalışma masamın üstünde çekmecelerde ne varsa, defter, kitap her şey sırılsıklam. Olay ne peki? Kurulum sırasında dökülen suların etkisi ile tahta olan çalışma masam; kabar, kocamaaan bir bombe yap akvaryumun alt camını kır… Görülmez kaza işte. Balıklar ve akvaryumdan kalanlar ertesi sabah kavanozda babamın iş yerine gitti, kendilerinden bir daha haber alamadım. Hâlbuki o kadar emindim ki, akvaryum içindeki balıklardan bir çapanoğlu çıkmayacağına.

Tavşan, kaplumbağa, papağan

İflas etmemin ertesine teçhizatı düşük, kendisi ucuz dostlara yöneldim. Adaya giderken edindiğim tavşanın sürekli yemek ve pislemekten başka bir sevecenliği ve ilginçliği olmadığı için sezon sonunda adadaki başka bir tavşan severe hediye ettim. Kararımı verdim; kaplumbağa alınacak. Küçücük, kime ne zararı olabilir ki? İstanbul’a iner inmez ilk işim Eminönü hayvan pazarı; büyük bir cam fanus, biraz taş, en seçmesinden iki adet su kaplumbağası. Öyle kaplumbağa deyip geçmeyin ‘hayatım’ değişti onların sayesinde. O sahne, bugün halen gözümün önündedir. Adanın son günü artık taşınıyoruz; günü geçirmişiz; karanlık olmak üzere; Sirkeci vapurundayız; ertesi gün okullar açılıyor. Rahmetli babam ile birlikte o göç günü kalabalığında elimde koca bir fanus içinde Mıgırdıc ve Hamparsunyan (Kaplumbağalarımın isim babası Ermeni bir komşumuzdu). Karşımızda kaderin bir cilvesi kayınpederim ve sevgili sebeb-i hayatım. Vapurda uzuuun uzun sohbet etmiştik Sirkeci’ye varana kadar geleceğimizin çakışacağını bilmeden.

Ailemin eskileri unutulması sermayeyi doğrultmam ve yeniden bir akvaryum almam için uzunca bir süre geçmesi gerekmişti, lisedeydim. Artık odamda hem bir papağan (en yeşilinden), hem de kocaman bir akvaryum vardı. Aynı odayı paylaştığım abimin saçları her gün yaşadığımız vukuatlardan diken diken bir halde, kardeş kardeş odayı paylaşıyorduk. Ama hakkımı vermesi gerek, çocukluğumdan beri sayemde hayvanat taifesi ile yaşamaya alışmıştı en azından. Bilenler bilir, papağan, gagasının ulaştığı her şeyi ısırır, kemirir, deler. Buna abimin yatak örtüsü, kuş tüyü yorganı, yastığı, duvar saatinin akrep ve yelkovanı ve dahi saniye çubuğu, odamızın perdesinde dekoratif delikler, camlardaki macunların yerinden sökülmesi, parçalanmış kitap kapakları, kalemler... Koskoca kuşu tüm gün kafese hapis etmeye gönlüm el vermediğinden ben evde yokken odada serbestçe dolaşırdı, ben geldiğim zaman omzuma konar beraber ders çalışırdık… Günlerden bir gün, daha doğrusu gecelerden bir gece, tanıdık bir ses “pıt, pıt, pıtı pıtı pıt”. Yok olamaz “dejavü” kalkıyorum, ayaklarım ıslak halıyı hissediyor. Kâbus gibi, ben bu filmi daha önce görmüştüm… Işığı yakıyorum bu defasında yanıyor, çağ atladık!  Anaaaa! Maşuk (papağanımın adı) akvaryumun kenarlarındaki silikonları kemiriş, su sızıyor: pıt, pıt, pıtı, pıt… Bu defa nedense! Kimse kalkmıyor, elde bez, kovalar temizliyorum her tarafı gün doğana kadar… Sonra bir bahar günü, nankör Maşuk açık bulduğu bir pencereden pırrrrr uçuveriyor. Yapraklar yeşil, kendisi yeşil, izini bulamıyorum günlerce ıslıkla pencereden çağırsam da geri gelmiyor…

Sonra evlendim, bir daha akvaryum aldım, muhabbet kuşu üretimine soyundum, şimdilerde çocuklarımızın bir gözlerinden diğerine ayırmadıkları, sürekli ilgilenip, hacet molasına kim çıkaracak diye kavga ettikleri, köpeğimiz ti-mon ile mutlu bir şekilde yaşıyoruz. Haaa merak ediyorsanız sebeb-i hayatım şimdiye kadar çocuklar ile işbirliği yapıp da eve getirdiğimiz hayvanlar için ne tepki verdiğini; kısaca şöyle özetleyeyim: “Olmaz, katiyen olmaz” repliklerinden sonra “o eve girerse ben giderim” dediği için birkaç saatlik gezmeden sonra bizleri özleyip her defasında yuvasına geri geldi. Şimdilerde ise hepimizden fazla kendisi seviyor ve sahipleniyor onları…

Siz siz olun, işgal ettiğimiz yaşam alanlarında tümüne yaşam hakkı tanıyın, yaz vakti sokağa koyacağınız bir tas su… Bu konudaki ilk çabanız olabilir.

Sevgiyle kalın.