Hayatın geri iadesi yok

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
12 Ekim 2011 Çarşamba

Yom Kipur geldi geçti ve umut ediyorum ki, teşuva yaparak günahlarımızdan arınmış, dünyaya geleli daha bir hafta olmuş bir bebek gibi tertemiz bir şekilde, hayatımızın yepyeni bir dönemine giriyoruz. Ne kararlar verdik? Bütün iyi niyet ve gayretlerimize karşın bu kararları ne derece uygulayabileceğiz? Orası şimdilik meçhul. Ancak kesin olan şu ki, hayatın her ânından mümkün olduğunca çok yararlanmak bizim elimizde. Çevremizin ve çağdaş yaşamın bütün engelleme girişimlerine rağmen...

İletişim acayip hızlandı. Herkes her an bize ulaşmak, bizimle bağlantı halinde olmak istiyor. Örneğin duşta olduğumuz için yanıtlayamadığımız telefonun hesabını vermek zorunda kalıyor, hesap vermemek için yalan söylemeye başlıyoruz. Küçük ama masumiyeti tartışılır yalanlar: “Başım kalabalıktı, bir de seninle mi uğraşacaktım?” demek yerine “Aa, aradın mı? Hiç farkında değilim valla. Telefonum cevapsız çağrıları göstermiyor nedense.” “Canım sıkkındı, başımı dinlemek istedim” demek yerine “Telefonumun şarjı bitti.” Ya da “Seni aramadım çünkü verecek bir cevabım yok” demek yerine “Telefonumun hafızası silinmiş, numaranı bir türlü bulamadım.” Karşımızdakini kırmadan bizden uzak tutmak için ürettiğimiz bir sürü bahane. Oysa telefonu ve tüm sosyal iletişim ağlarını gerektiğinde kapatabilmeli ve hayati bir mesele olmadıkça dünyevi iletişimi kesebilmeli, bunu çevremize kabul ettirmeyi başarmalıyız. Aksi takdirde ruhani iletişime geçmek giderek güçleşir.

Yazları bazılarımız doğa ile yakın olma imkânını yakalıyor, bazılarımız ise şehrin gürültü ve karmaşasını çekmek zorunda kalıyor. Oysa biliyoruz ki nerede olursak olalım, gündelik hayhuyun tam ortasında, kendimizi birkaç dakikalığına bile olsa, ıssız bir adadaymış gibi hissetmemiz mümkün. Şabat günlerinin yanı sıra, erkeklerin her gün öğleden sonra ettiği Minha duası, bunun en iyi örneği: Bir elinde telefon, diğerinde hesap makinesi koşturup dururken, “Şimdi gerçekten durmam ve Tanrı ile baş başa kalmam lâzım, işler biraz beklesin” diyebilmek ne kadar güzel! Baştan savma, dudak egzersizi şeklinde değil, aklını vererek, yüreğini ortaya koyarak bu âlemden sıyrılmak ve Kutsal Olan’ın huzuruna çıkmak... Minha ile Arvit dualarının birkaç saat ara ile okunması yerine birleştirilmek zorunda kalınması, gerçekten yazık.

Sonuçta, özel bir zaman yaratmanın mümkün olduğunu bilsek de, nedense kendimize bu iyiliği yapmıyoruz. Oysa hayatın geri iadesi yok, hepimiz bunun bilincindeyiz. Geri iade derken, dilbilgisi yanlışı yaptığımın farkındayım ama bu yanlış o kadar sık yapılmaya başlandı ki, artık hoşuma gider oldu.

Sevgili okurlar, bu dünyaya veda etme zamanı gelince “Durun bir dakika, ben ömrümün on yılını yaşamadım çünkü...” diye başlayan cümleler kurmanın hiçbir yararı olmayacak. Son dakikada ‘Kaybolan Yıllar’ şarkısını söyleyerek, kayıp bagajlar için başvurulan ‘lost and found’ bürosunu aramaya kalkışmanın bir âlemi de yok çünkü iki âlem arasında böyle bir büro kurulmadı sanırım.

Yaşamadığımız günlerin alternatifi, hayatın kullanılmayan kısmının (bir aboneliğin kullanılmamış kısmı gibi), geri iadesi yok (“No Refund” yani!). “Ben bu hayatımı boşa geçirdim, pişmanım, baştan başlamak istiyorum” demek mümkün değil. “Dünyaya geldiğim koşulları sevmedim, değiştirin lütfen...” I-ıh. O da imkânsız. İmkânsız çünkü Kabalistik öğretiye göre tikun’umuzu gerçekleştirebilmek için hangi koşullar altında, hangi aileye, ne zaman doğacağımıza kendimiz karar veriyoruz; bilerek ve isteyerek.

Keşke hayatı bir dijital kamera gibi kullanmak mümkün olsaydı diye düşünmüyor değilim açıkçası. Diyelim ki acılı bir dönemden geçmek zorundayız. Hayatın ‘hızlı ileri alma’ fonksiyonu olsaydı, hüzünlü günleri bir an önce geride bırakır, çabucak feraha çıkardık.

Bir sözü söylememiş ya da duymamış olmak için iki dakika öncesine gitmek ve filmi baştan oynamak istediğiniz oldu mu hiç? Benim çok oldu. Hayat kamerasının ‘geri sarma fonksiyonu’ da yok maalesef. Sarf edilen sözcüklerin de, kırılan dökülenin de telâfisi zor.

 

Ya da “Öyle mutluyum ki... bu anı sonsuza dek yaşamak istiyorum” derseniz... Ne yazık ki, bu kameranın ‘görüntüyü dondurma’ (‘zamanı durdurma’ diyebilseydim ya...) düğmesi de mevcut değil.

Her şeye gücü yeten Tanrı, hayata dijital kamera işlevleri bahşetmediğine göre, demek ki her ânımızı, acı ya da tatlı, yaşamamız; acıları vakarla, üstümüzü başımızı parçalamadan kabullenmemiz; sevinçleri ağır başlılıkla, kendimizi kaybetmeden hazmetmemiz; yaptığımız hataların bedelini bir şekilde ödememiz gerekiyor. Hayatın her ânı, her şeye rağmen çok değerli. Kendimize öyle bir ortam yaratmalıyız ki, sükûnet içinde geçireceğimiz ve ulaşılamadığımız ya da kimsenin nerede olduğumuzu bilmediği için: “Bu ânı kimse elimden alamaz” diyebileceğimiz bir zamanımız olmalı. Kısacık ama sihirli, çok özel bir ân.

“Çalmayacaksın” emri, On Emir’in sekizincisi. Size bu konuda garanti veremem ama hayattan her gün bir ân çalmak, günahtan sayılmasa gerek. Ancak Tanrı’nın şu sözlerini hep dikkate almamız şart (Devarim 30:15 ve 19): “Bugün önüne yaşamı ve iyiyi, ölümü ve kötüyü koydum... berahayı ve laneti. Ve sen, yaşayabilmek için hayatı seç!”