“Kötülüğü içimize kim soktu?”

Norveç katliamı, Fenerbahçe meselesi, Amy Winehouse'un 'intihari'... Bu dünyanın kötülüğe karşı, Vazgeçenler Kulübü'ne değil, Direnenler Kulübü'ne ihtiyacı var, acilen...

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
27 Temmuz 2011 Çarşamba

Gencecik insanlara, savunmasız körpe gençlere acımasızca ve canice kurşun sıkmak, ölümlerinden emin olana değin hepsini yok etmek!

Nasıl bir kötülüğün tezahürüdür bu?

Terrence Malick, Norveç’teki cennet adasının cehennem adasına dönüştüğü gibi Pasifik’teki bir adada, yerlilere eziyet eden ve Japon askerlerini avlamak için her şeyi mübah gören Amerikan askerleri arasında bulunan duyarlı subaya şu soruyu sordurtmuştu savaşın en ölümcül evresinde:

“Tanrım, bu kötülüğü bizim içimize kim ve neden soktu?”

Evet, bu soruyu Nazilerin Yahudileri canlı canlı gaz odalarına götürdüğünde veya devasa çukurlara doldurup hepsinin kafalarına bir kurşun sıktıklarında veya Sırpların Bosnalı Müslümanlara benzer canilikleri yaptığında veya El Kaide’nin 11 Eylül katliamında veya El Kaide’nin salt dininden dolayı gazetecinin kafasını kestiğinde sormak lazım: “Bu kötülüğü bizim içimize kim ve neden soktu?”

Sormadıkça, Şeytan ile savaşım mümkün olmayacak.

Sormadıkça Şeytan ilelebet hükümdar olacak.

En kötüsü, sormadıkça Şeytan’a ruhlarımızı satacağız yavaş yavaş, onun gücüne taparcasına…

Norveç Başbakanı, “intikamımız daha çok insaniyet ve demokrasi olacak” demiş.

Emin misiniz Sayın Başbakan?

İlk önce sorun ve sordurtun cümle âleme, “bu kötülüğü kim soktu içimize?” diye.

Sonra demokrasinizle daha kolay alırsınız intikamınızı!

***

Geçtiğimiz hafta Kadıköy’deki futbol arenasında ilginç bir başkaldırı gördüm, ben. Sevgilisi tarafından aldatılma iddiası ile yargısız infaz arasında sıkışmış kitlelerin şiddete başvurmayan, ama normalde kabul edilebilir de olmayan ‘yumuşak’ başkaldırısı belki de ‘kötülüğe’ karşı bir başkaldırmaydı son tahlilde. Yere düşene tekme vurmak isteyenlerin bolca olduğu bir ortamda ruhen iyice kapana kısılmış hisseden renk tutkunlarının oynanan maça aldanmayıp sahaya girmeleri, marşlar söylemeleri yalnız futbol tarihimize değil, sevgilisini peşinen suçlu gösterenlere karşı isyan edenlerin davranış bilimi tarihine kazandırdığı önemi bir bilgi-belge olacaktı. Bir, iki istisna dışında rating veya tiraj adına basının yargısız infaza en büyük aracı olduğunu görmek başlı başına bir hüzün hikayesiydi. Bu büyük kitlelere, sevgilisine “senden başka kimim var ki?” diyen bu tutkuyla aşık insanlara, empati yapmadan yayın yapmak geçekten üzücü. Süreç sonunda belki bu tutkulu insanlar bizzat sevgilileri tarafından aldatılmış olduğunu görecekler ama şimdiden tayin etmek doğru mu?

Kimi zaman bu masum başkaldırışların, hepimizi kendimize  getiren, nerede yanlış yaptığımızı düşündürten bir görevi de olabilir pekâlâ da!...

***

Lakin bu hayatta başkaldırmayı bile değersiz gören biri ‘intihar etti’ geçenlerde. Amy Winehouse hangi nedenle ölmüşse ölmüş olsun, bu yaşama, bu düzene başkaldırmayı bile değmez bulduğu için ölüme terk etmiştir kendisini belki de.

Kim bilir, hangi nitelikteki kötülüklerle mücadelelere yeniş düşmüştür Amy. Kim bilir sistemin hangi çarkına karşı direnmeye çalışmıştır da en sonunda ‘değmez’ deyip ‘düşmüştür’ Amy. Kim bilir tüketim şeytanının hangi kurallarına direnme yolunda vazgeçmiştir hayatından tıpkı Jim Morrison gibi.

Tıpkı, bu düzenin kimi kötülüklerine direnme yolunda vazgeçmeyi seçenler kulübünün diğer üyeleri gibi, Janis Joplin gibi, Jimi Hendrix gibi, Kurt Cobain gibi…

Lakin dünyanın vazgeçenler kulübüne değil,

Direnenler kulübüne, hatta

Başkaldıranlar kulübüne ihtiyacı var acilen,

Kötülüğün ‘düşmesi’ için…

Sahi, “bu kötülüğü içimize kim ve neden soktu?”