“Yandi, bitti, kül ôldü…”[1]

Köşe Yazısı
18 Temmuz 2011 Pazartesi

Jose V.ÇİPRUT

 

Dedemin (çok) genç kardeşi, babamın (genç) amcası ve dolayısıyla da benim (‘büyük’) ‘amcam’, cilt mütehassısı Dr. Harun Çiprut’un bağlı olduğu İstanbul Fransız Hastahanesi’nde 30 Haziran 1935 Pazar günü saat 08.55’te doğumumdan, Amerikan Robert Koleji’nden Haziran 1954’te mezun olup İngiltere ve Almanya’ya sınaî kimya teknolojisi tahsiline gidinceye kadar, çok sevgili ebeveynimle, Meşrutiyet Caddesi 180/7 adresinde, Nur Apartmanı’nın bulvara nazır, ama rahatça arka sokağa kadar uzanabilen, 3. katının, solda belediye binasını, karşıda lunaparkı gören (dıştan bakıldığında) sağ köşe apartmanında, mutlu büyüdüm. Bu kiralık apartmanın içindeki ‘art nouveau’ mobilya ve mefruşat; Fransızca edebiyat, felsefe ve san’at konularında ilk-baskı eserlerle dolu ufak yan kütüphane; ‘époque’ iskemle ve koltuklarla şahane perdelerin motif ve renklerinin birbiriyle mükemmelen uyuştuğu muhteşem brokard’lar; masif (‘démontable’) gardırop ve yatağın, san’atkâr eliyle imal edilmiş olduğunu bir çocuğun bile anlayabileceği tavan lambasının, duvar apliklerinin ve köşe abajurlarının, simetri marifetiyle huzur verir bir hava içinde paylaştıkları ‘Macaristan menşe’li meşe ağacı damarı’ motifli ebeveyn yatak odası; bambaşka bir şekilde döşenmiş evlât odası, ve o devir için modern teçhizatlı sayılır mutfak, tuvalet ve banyo; hatta ‘brodé’, el işi masa keteniyle, gümüş yemek takım ve kristalleri… Paris’e dönmekte olan bir banka genel müdürünün kültür ve zevk sahibi hoş ailesinden, yeni evli genç ebeveynim tarafından, ellerindeki drahomayla, satın alınmıştı.

 

Mektep evveli genç çocukluk senelerimde, Rum ‘dada’mla Maltalı Katolik, Fransız dilli, ‘matmazel’im ve her hafta bana ders vermeye gelen haham sayesinde, ilk üç lisanımı; annemle babamın sohbetlerinin içeriğini anlamamamı tercih ettikleri anlarda kullandıkları (kulaklarımın ilkin ‘şifreli iletişim’ sandığı) ‘İspanyolca’ lehçesini; sonra da Taksim’de, Özel Aydın İlkokulu’nda, Türkçe’mi, doğru telâffuz etmeyi öğrendim. Sevgili anne ve babamın asla hiçbir zaman benim önümde dertleşmemelerine rağmen, İkinci Dünya Harbi’nin aniden patlamasıyla yaşamımıza ilk andan görülmez, görülse kolayca anlaşılmaz, ancak çocukların her nasılsa hissedebildikleri, bazı değişikliklerin yer aldığını sezer gibi oldum. Aydın Okulu’na ne ülkülerle verildiğimi, o okuldan aniden ne sebeplerle çıkarılıp eve çok daha yakın olan Bene Berit Musevî Lisesi’ne sokulduğumu pek anlayamadım. Mizacen uslu sayılmazdım; ama büyüklerime saygılı, ebeveynime daima doğalca itaatkâr bir çocuktum. Ebeveynimin beni ne kadar çok sevdiğini bildiğim için, hakkımda aldıkları kararları o genç yaşta soruşturmaksızın olduğu gibi kabul eder, harfi harfine ifâlarına samimî bir ihtimam gösterirdim. Gene de, Bene Berit’in çocuk doktoru, yakışıklı ‘Moiz amca’ma, bana tifo/tifüs aşısı vermek istediğinde tekrar tekrar ne inanılmaz güçlükler çektirmiş olduğumu iyi hatırlarım.

 

Fenerbahçe’de geçirdiğimiz sakin -- çok sakin… -- yaz mevsimini hiç unutmam: Akşam karanlığı basmak üzereyken, buna izin verilmeyeceğini sezdiğimden kimseye neyle nereye gidip döneceğimi söylemeden, bahçede koca çam ağacının altında sanki benim için bırakılmış komşu Ermeni kızının ‘erkek bisikleti’yle Kızıltoprak’a kadar hızla gidip geldikten sonra yediğim (sahte) falakanın bende yarattığı (sahici) korku… Çok çalışkan babacığımın her nasılsa güneş batışından az evvel dönebildiği güzel ve tatlı bir akşamüstü, Kalamış’a yakın ufacık bir koyda bana ufak tefek bir kayıkta verdiği ilk ‘kürek çekme’ dersim… bugüne dek aklımda canlı kalmış tablolardandır. 1940 yılında, beş yaşımı henüz bitirmiş, ‘okul (altı) yaşıma’ basmıştım artık.

 

Hâlâ ruhumda tüten, 1941’in ilkbaharından kalma, birkaç tablo daha var ama: Koskoca kapılarının yüksek demir parmaklıklarının arasından tefrik edebildiğim babacığıma elimi uzatmama imkân bırakmayan dış Sirkeci’nin deniz kıyısındaki sevkiyat deposunun iç avlusu… Çok değişik yaşlarda diğer birçok erkekle dopdolu bir deniz motoruna sokulup, yüz hatları çökmüş babacığımın Haydarpaşa’ya gönderildiği akşam, uzaklaşan motorun ardından, artık onu göremediğim halde, habire sallayadurduğum beyaz mendilin sıcak gözyaşlarımla o kadar da ıslanıp bir o kadar da ağırlaşmış olmasından dolayı artık hiçbir işe yaramadığını idrak ettiğim an... çocuk ruhumun en dibinde duyduğum umutsuzluk… yetkisizlik… tarifi zor bir boşluk…

 

İki gün sonra Tuzla’da, beklenilmesine rağmen katılamadığı elveda pikniğinin sonunda, babamı hayli bir müddet için göremeyeceğimi, kavrayamadığım sebeplerle nihayet idrak etmemin derinliklerimde yarattığı muazzam çöküntü… Birkaç hafta sonra, okula gideceğime, annemle üç günlüğüne İzmit’e gidip, bu ara “büyükbabamın şefaatiyle” Adapazarı’na tayin edilmiş babamı tekrar görebilmenin fevkalâde heyecanıyla kendimi otelin üst iç katından hâlâ merdivenleri tırmanmakta olan babamın apaçık kollarına koskoca bir özlemle -- korku hissine şöyle dursun, kaza ihtimali düşüncesine bile yer ayırmaksızın -- atılmam; ve nasılsa havada çok sıkıca yakalanıp -- anlamadan/düşünmeden tamamen paylaşık olduğunu açıkça sezdiğim -- ayni derin özlemle uzunca kucaklanmam…

 

Genellikle zamanını cemiî/içtimaî ödevlere (Or a-Hayim Fakirler Yurdu, “Ouvroir”…) ayıran annemin, babamın nâmevcudiyetinde, her gün Beyazıt’a inmesi ve geçimimizi sağlamaya devam etmek için tüm gücüyle, tarafımdan derin takdir ve yepyeni keşfedilmiş bir hayranlık yanı sıra, saygıdeğer bir azimle bıyıklı Anadolu müşterilerimize toptan mal satması… Askerlikten dönüşünde, babamın gece gündüz meşgul kalması… Pazarları, bitmez yazılarla, evde; diğer günlerse, türlü endişelerle piyasada, hayatını sarfetmesi…

 

Yuvaya dönüşünden (çok) kısa bir zaman sonra, babamın annemle, tekrar, sık sık benden gizli istişareye girişmesini (büyük tecrübeme binaen) doğrusu pek hayra yoramadım: Bir şeyler olup bitiyordu, muhakkak; ama bana pek izahat verilmiyordu. Babamın ‘Defterdarlık’ denilen bir yere tekrar tekrar gidip geldiğini anlar duruma geliyordum ki, bir akşam hiç beklemediğim bir ‘izin’ aldım. Ben sokakta oynayamazdım; ilkbaharın sonunda olduğumuzu zannettiğim tatlı bir akşamüstü, saat dört buçuğa doğru, annem “çıkıp bir zaman için arka sokakta”, onun beni istediği anda kolayca görebileceği bir yerde, oynamamı yarı-emir teklif etti. Tuhaf buldumsa da, bu yeni hürriyetime pek sevindim: Herhalde, artık büyüyor, itimada şayan addediliyordum. Saat beş buçuk civarında yukarıya çağırıldığımda, babacığımı bu kadar da erken evde bulabilmeme çok şaştım. Bana alçak sesle konuşmam, gürültü yapmamam, vakit kaybetmeksizin erken akşam yemeğine hazırlanmam tembih edildi. Küçük salon’a gitmemem istendi. Meğerki babamı alıp götürecek iki sivil polise orada kahve ve bisküvi ikram edilmekteymiş. Masaya oturduğumuzda, ne annem, ne babam, ne de ben tek lâf edebiliyorduk. Bu çok ezici, apağır, sessizlik bana önemli bir olayın yer almakta olduğunu işaretliyordu. Nihayet, babam vaziyeti bana yavaşça, kısaca, apaçık lisanla anlatmaya başladı: Sürgüne gitmemek, bizleri kendi halimize yalnız bırakmamak, için elinden her geleni yapmış olduğunu; son meteliğine kadar nesi var nesi yoksa toplayıp devlete olan vergi borcunu ödemeye devamlı çalışmış olduğunu; fakat maalesef bu koskocaman borcun, ödeyebileceğinden kat kat (“çok, ama çok…”) daha yüksek olduğunu; dolayısıyla, bu borcunu, evden uzak bir yerde belirsiz bir müddet için bütün gücüyle çalışarak, tamamıyla ödemeye gayret edeceğini söyledi; namevcudiyetindeyse benim, gereken saygı ve sevgi ile anneme, her zaman, her yerde ve her halde, yardımcı olmamı tembih etti. Bir anda olan biteni anladım: Babam bir defa daha ayrılacaktı bizlerden! Neden ki? İstanbul’da bırakılmış olsaydı, babam o kocaman borcunu daha da çok çalışıp daha da çabuk ödeyemez miydi ki? Çok sevdiğim açık-mavi kalın camdan mamul ‘art nouveau’ su bardağım, ağzımın içinde, dişlerimin arasında, bir anda kırıldı. Şaştım kaldım: Meğerki farkına varmadan, dişlerimi birden o kadar çok sıkmışım ki “o kapkalın bardak bile hislerimin yoğun gerginliğine dayanamamış ta, utançtan boyun bükmüşmüş” kararına vardım. Annem babam sükûnet içinde, kısaca bakıştılar. Allahtan, bardağım, paramparça olmadan, tam iki kısma bölünmüş; son dakikada, cankurtaran/hastahane gerektirecek telâş ve ilâvî üzüntü yaratmamıştı.  Elvedâ çok sessiz, çok sakin, çok vakur, çok kısa ve o kadar da çok üzücü oldu. Başları eğik efendi polisler pek mahçuptu.

 

Babamın uzun namevcudiyetinde, pederi (nur içinde yatsın, adını memnuniyetle taşıyageldiğim merhum sevgili büyükbabam) icabında, bizlere (inanılmaz zor hallerde umut verici netice sağlar amelî şekillerde) unutulamaz türden manevî destek sağladı. ‘Haciz günü’ gelip çattığında, ‘bedavaya giden’, tekrar kolay bulunmaz, eşyamızın kime, kaça, neden, nasıl gittiğini anlamaya dahi zaman bırakmayan bir acelecilikle boşaltılıveren apartmanımızda tek bir şilte ve büyük salonda iki iskemleye ilâveten, pencerelerde asılı kara storların satılmayıp yerlerinde bırakılmalarına nasılsa muvaffak olan, suskun annem değil, değerli, yaman büyükbabacığımdı: “Bu genç kadın komşularının bakışları altında mı soyunup giyinsin -- bırakın bari şu storları yerlerinde, Allah aşkına...” Haciz memuru bana bile aşikâr hafif bir utanç ve suç hissiyle, müsaadesini -- hatırlarım, tek söz ilâve etmeden, baş ve eliyle çok hafif bir mutabakat işareti vererekten -- bahşetmişti.

 

Birkaç hafta sonra her nasılsa yakaladığım çiçek hastalığıyla yerdeki şiltemizde kıvranırken, annemin bana gösterdiği derin şefkatin uyandırdığı engin saadet hissini bugüne dek canlı kalmışçasına hatırlarım.

 

Gazetelerde okunan haberlerde Haliç’te insan yok etmeye hazır iki fırının keşfedildiğine inanamamıştım ama Aşkale’de ölenlerin isimlerini yadsılamaya imkân bulamadım. Her gece yatarken, yüce Tanrı’ya anneme kuvvet ve sabır, babama şifa ve umut, vermesi için uzun uzun dua etmeden uykuya varmazdım. Nihayet, bir gün, Tanrı dualarımı işitmiş olmalı ki, babamı aniden evde buldum -- epey zayıflamış, ama mâşallah hâlâ tatlı gülümsemesini kaybetmemiş bir hali vardı. Annebabamın ona verdiği ‘çok mütevazı’ bir borçla, babam, bilmem kaçıncı defa hayatını yeniden kurmaya, geçimimizi sil baştan sağlamaya başladı.

 

Babam, 17 Şubat 1903’te, altı erkek bir kız kardeşli ailenin iki numaralı erkek çocuğu olarak Edirne’de doğmuş, erken gençliğini kuzu otlatarak, ipini ayak başparmağına bağladığı kuzu otlarken ağaç altında yatıp şiir okuyaraktan, hayal kurmuş, 89 yaşında vefat edinceye kadar gönlü saf, tahayyül kuvveti engin kalmış, işlerde müthiş yaratıcı ama teferruatta sabırsız, çatışmayı sevmeyen, kendisinden hak ve/ya para çalındığında habire maziye küsmektense atiye daha da iman ve özgüvenle bakmayı tercih eden cesur ve çok çalışkan bir kişiydi. Bu Alliance İsraelite/lise mezunu 1934 Trakya olaylarından çok evvel Edirne’den İstanbul’a geçmiş, üniversiteye gireceğine, ticarete atılmayı, böylelikle hem kardeşlerine maddî/manevî destek sağlamayı, hem de kendi küçük ailesini kurmayı tercih etmiş ve kısa zamanda İstanbul’da Toledo firmasının -- kendisine her bakımdan emniyet edilmiş, bilirkişiliği elzem addedilmiş, patron oğluna bile verilmeyen tam vekâletnameye kayıtsız şartsız müstahak görülmüş -- değerli bir başyöneticisi olabilmişti. Şöhretli zengin bir mensucat toptancısının üç kızından babasının tuhafiye mağazasında çalışan ikincisine âşık olup bu genç hanımın elini babasından istediğinde, kızın pederi babamı kendi evlâdı gibi sevmeye, en azından kendi üç oğlu kadar benimsemeye, hatta kısa zamanda onlardan da çok saymaya başlamış, bu sevgisini çocuk gözlerimin önünde, ölümüne kadar sürdürmüştü. Annem Suzan’ın babası olan Nisim Naon Bey’in babama hediye ettiği Polonezköy orman tapularını devlet, ne idüğü belirsiz bir yerde “şu tarihe kadar bu karara karşı gelinmezse, bu ormanlar tekmilen devlet malı olacaktır” nev’iinden (o zamanlar, gözlerden kaçacağı muhakkak) ufacık bir ilânla kendine mülk edindikten sonra bu ‘değersiz’ tapularla oynadığımı, sonralardan babamın bu tapuları (belki Müslüman işadamı olduğu için bir kısmını bizler için tekrar elde edebilir hülyasıyla) Adapazarı’nda kurmuş olduğu rejenere lâstik fabrikasının ortağına (bence, masumca olsa da, ancak gayrimüslimlere yaraşır mutad bir hüsnükuruntuyla) ‘emânet’ etmiş olduğunu, o zamandan beri şuur altıma sığdırmaya çabalamış olmama rağmen henüz aklımdan bir türlü söküp atamadığım derin (nedense hâlâ esef -- ve açık konuşmak lazımsa: hayli de tiksinti -- veren) bir hayâl kırıklığıyla hatırlarım.

 

Aşkale’den döndüğünde, babam işsiz güçsüz ve meteliksizdi. Dedelerimizden borçlanarak geçirdiğimiz dar ve kara günlerimizin artık sona ermiş olacağı, perşembenin çarşambadan belli olduğu şekilde, bizler için sadece babamın eve dönüşünden ‘aşikâr’dı. Ancak, tahayyülü yükümlülüğünden ve ifâsı cefâsından kat kat daha zor olacak bir girişimi gerçekleştirmek her babayiğidin kolayca ulaşabileceği bir hedef değildi.

 

Babam Varlık Vergisi döneminden çok evvel, Devlet Sümerbank müessesinin Beykoz Deri Fabrikasına büyük fayda ve kâr sağlayabilmiş, o devlet müessesesinin genel müdürlüğünün hayran saygısını, hatta minnettar sevgisini kazanabilmişti. O devlet fabrikasının imâlat süresince yarattığı artıklara, toplanagelen ‘süprüntü tepeleri’ne, nereye nakledip nasıl yok edebileceğini bir türlü kestiremediği ‘falça’ya yepyeni bir mânâ vererekten, Sümerbank devlet müessesesine ilâvî kâr ve beklenmedik kazanç kaynağı yaratan babamı çok sevmekte sebep bulan Genel Müdür, iş umulmadık bir hızla çok önemli bir raddeye varınca, bu faaliyetin hayırlı devamını istiyorsa, babamın Müslüman ortak edinmesinin temel bir ön şart olduğunu apaçık bir lisanla ifade etmiş ve babamı (bu arzuyu önemseyip tavsiye edileni derhal gerçekleştirebilmiş olduğu için de) bir o kadar daha sevmişti. Nedir ki, babam Aşkale’ye sürülünce, Müslüman ortakları bu işi, babamın payını aralarında bölüşerek, kendilerine mal edinmişler, babamın Aşkale’den dönüşünde ona sırtlarını çevirmişlerdi. Bu şartlar altında ne yapacağını pek bilemeyen babam, artık kendi adını taşıyan   (zamanla yaratıcısı “Vitali” anlamına gelmiş) dönemsel “V-marka Falça ihâlesi”ne kendi rizikosuna, tek başına katılmaya mecbur bırakıldığını anlayıp Sümerbank fabrikasına giden bozuk toprak yolda yavaşça ilerlerken, tekliflerini sunmuş olduklarından o fabrikadan mutmin bir ruh haletiyle dönmekte olan ‘eski ortakları’ ile tesadüfen yol ortasında karşılaştığında (o zamanlar için geçerli “örf ve adet icabı”) münasip saygıyla selâmlaşmış, yoluna devam etmişmiş. Tanımadığı bir memurdan talimat almakta olan babamı tesadüfen uzaktan gören Genel Müdür yanaşmış, babama bu kadar zaman nerede olduğunu, neden kendi markasını taşıyan malın ihâlelerine çoktandır iştirak etmediğini sormuşmuş. Babamın Aşkale’ye sürgününü ve Müslüman ortaklarının ihânetini anlayınca, “vah, evlâdım…”la başlayarak, “sen yarın öğleye beş kala fiyatı boş bırakılmış, gerekli diğer teferruatı tam ve tamam, kapalı zarfını gişeye bırak, gerisine karışma” demişmiş. Aşkale’den dönüşünde, meteliksiz bırakılmış babam, o sene “1 kuruş farkla” kazandığı ihâle sayesinde, zamanında devlete sağlamış olduğu büyük hizmeti unutmamışların şefaatiyle, geçimimizi yeniden sağlamaya başladı.

 

Seneler sonra -- hatırlayamıyorum -- ya Yalova Termal Otel’inde ya da yazın azası olduğumuz Büyükada Anadolu Kulübü’nde, babam beni yaşlı bir beyefendiyle tanıştırdı: “İşte zamanında bana ‘ya herro ya merro; ya vergini öde, ya da Aşkale’de sürün…’ demeye mecbur bırakılmış mütekait Defterdar ….. Beyefendi”-- “işte Robert Kolej’den edebiyat/felsefe/ruh bilimi mezunu; İngiltere’de sınaî kimya tahsil edip Almanya’da staj yapmış; Sultanahmet Mensucat San’at Enstitüsü’nde öğretmen ve laboratuar şefi olarak hizmet vermiş; yedek subaylığını Ankara, Kayseri ve Diyarbakır’da yapmış… oğlum, Jose.”

 

Her şeyde bir hikmet vardır. Elhamdülillâh, zamanında nice zorluklar yaşamış olmamıza rağmen, nasılsa türlü güçlükleri yendik, karınca kararınca geliştik, “ilerledik”; yıllardır ecnebîde yerleşmiş kalmış [ama bunca zamandır (hâlâ) münhasıran Türk pasaportu taşıyan] birilerimiz yaşamımızın sonuna varmaktayız. Geriye bakıp iç çekmektense ileriye umutla bakalım. Nasipse, ileride bir gün “ne mutlu Türküm diyene” mantra’sını -- yalnız görev duygusuyla, münasip şiveyle ve nezaketen değil, derinlerimizden hissedilen bir samimiyetle, gerçekten inanabilmenin verdiği şahsa özel mahrem his ve hazla, “barizce[2] meşru” tanınan birer Türk vatandaşı olarak, biz -- Türk Yahudileri – de, özgürce ve hak ettiğimiz vakarla tekrarlayabilelim… İnşallah..!



[1] Beş buçuk yaşımda Taksim Aydın Okulu’na girdiğimde, Türkçe’yi Fransız şivesiyle konuştuğumdan, 1.sınıfta alaya alınmıştım

[2] Öykü: Kendini darı sandığından tedavi görmüş akıl hastası tımarhaneden çıkarken yolunu kesen tavuktan korkmaksızın, kendisine refakat eden tabibe dönmüş: “Doktor Bey, aklınızdan geçeni biliyorum” demiş, “acaba ne yapar şimdi diye endişe etmemelisiniz. Sizin gibi, ben de, darı olmadığımı biliyorum artık:  Şimdi ufak bir endişem varsa, o da şudur: Bu gerçeği acaba tavuk da biliyor mu?”