Maydanoz

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
23 Mart 2011 Çarşamba

Prehistorik bir dönemden bahsetmiyorum, benim “örly tiin eyc” dönemimden bahsediyorum. Sene 1970’ler… Hepsi bu! Daha bilgisayar, ‘blek böri’, ve ‘ay-ped’ kelimelerinin icat edilmemiş olduğu bir dönem düşünün… (Ne sıkıcı! Bunlar olmadan yaşamanın ne anlamı olabilir ki?!! Ne yaparmışız ki hayatta bunlar olmadan?) Televizyonun daha haftada birkaç gün, belirli saatlerde ve bugünkü çocukların kavramakta gerçekten çok zorluk çekecekleri, iyilik, barış, yardımseverlik, arkadaşlık vs gibi neanderten döneme ait duygular barındıran saf-tirik çocuk programlarının olduğu bir dönemdeyiz, üstelik bizim evde televizyon da yok. Babam bu “ecnebi icadının” farkında değil henüz… Tek çare, anneme yalvar yakar, ya bir yere misafirliğe gideceğiz ailecek, ya da tv sahibi bir komsuya kapağı atacağız. Hakikaten bugün düşünüyorum da gerçekten hatırlamakta zorluk çekiyorum, nasıl vakit geçirdiğimizi, neler yaptığımızı; televizyonsuz, feeeys-buksuz, twitsiz dönemlerde, tüm bu acizlik yetmezmiş gibi; düşünebiliyor musunuz cep telefonu yok, hadi onu bırak; her evde parmaklarımızı deliklere soka soka çevirdiğimiz telefon dahi her evde yok… Nasıl sözleşeceğim bir arkadaşımla… Nasıl program yapacağım blek böri’siz… Mümkün değil… Düşünebiliyor musunuz “Ay em et hom, booring” veya “cast free, lukıng for e görl frend” diye bilgisayar ekranına mesaj atabilme olanağım bile yok. Sonuç: sap bir şekilde evde oturmak, cumartesi büyük sorti sinemaya (matineye) 2 veya 4 seansına gitmek daha büyüdüğümüzde yine matineye (damsız girilmez durumundan kurtarabilirsek) diskoya gitmek… Siz disko nedir bilir misiniz? Bilenler bilmeyenlere anlatsın... Uğraşamam bu kara cahilliklerle şimdi…

Yaaa işte öööle bir dönemde gençliğimi heba ederken minik olaylarla mutlu olmayı, kendi kendimize -her açıdan- yetmeyi öğrendik… O dönemlerde hoşça vakit geçirmek adına en sevdiğim olaylardan biri annemin “misafir” kabul ettiği günlerdi. Çünkü ‘o’ günlerde evde özel hazırlıklar yapılırdı. Herkes mi böyle yapardı, annem mi meraklıydı, etrafta pastane mi yoktu? Bilmiyorum ama anacım, tüm keklerini, tatlı tuzlu pis-küvitlerini, küçük küçük kanepelerini hep kendi elceğizleriyle yapardı. Bayılırdım onlara… Okuldan gelince alırdık kokuyu abimle, kendi payıma ayrılanı derhal bitirir, abiminkine sulanır daha da yetmezse misafirlerin çay saatinin bitmesini sabırla bekler, kalanları da annemin “akşam babanla yiyemeyeceksiniz” serzenişlerine aldırmadan bir güzel hüpletirdim mideye.. O zamanlar kilo, kolesterol, gut, filan kim bilir, kim takar… Karnımı “fin al patladeyar” seviyesine kadar doldurduktan sonra, ikinci büyük eğlencem başlardı. Salonun kuytu bir köşesine gidip “Fransızca dedikodu “dinlemek. Ahhh! Anlatamam ne eğlenirdim. Misafir hanımlar benim pek çok şeyi anladığımdan habersiz, anlatırlar da anlatırlardı. Fıkralar, başlarından geçen küçük hikâyeler, birisinin arkasından “söylemek istemiyorum ama” diye başlayan küçük “zararsız” dedikodular… Daha neleeer neler… Ara sıra onlar Türkçeye döner ara sıra ben anlamadığım kelimeleri anneme sorar başlangıç düzeyinden ileri seviyelere geliştirirdim Fransızcamı… O günden beri “tu jur an franse… nespa? “çok ciddiyim bugün ben kendime yeterli olacak Fransızcayı “ücretsiz” bu metotla öğrendim… “Aslında ebeveynlerim bana çok ısrar ettiler yazları “samır skul”a gideyim diye ama ben istemedim…” diyeceğim. İnananlar çıkabilir diye söylemiyorum… O devirde ne ‘samır skuluuu’ ne ‘erasmus’ ne de ‘eksçeync’ program varsa okul-ev-okul. 

İşte o dönemlerden aklımda kalan ufak bir hikaye; “jö vö vu rakonte ün pötit istuar” (size küçük bir hikaye anlatacağım)  Günlerden bir akşam annemin arkadaşlarından birisi, kocasının çok önem verdiği bir grup misafir için “dine” hazırlıyormuş. Bilirsiniz “avek la bon” sabahtan mutfağa girilirdi öyle özel günlerde. Her şeyin en iyisi, en tazesi, en güzeli özenle hazırlanırdı tüm gün boyunca, ev sahibesi yemek konusundaki tüm hünerlerini ya “bon” yardımı ile ya kendi becerisi ile sergilerdi. Menü mutlaka herkesin her şeyden sonsuza kadar yiyeceği çeşitlilik ve bollukta olurdu. İyi bir ağırlama için bu gerekliydi. Çeyizden kırılmadan kalabilen “özel gün” yemek takımları çıkartılır, varsa gümüş çatal bıçak takımları bir gün öncesinden sarılmış oldukları kâğıtlardan çıkartılır, “ka-ol” ile parlatılır ve bir otel disiplini ile güzelce yerleştirilir; bununla da yetinilmez, servis tabakları, süslenerek görsel bir ziyafet de verilmeye çalışılırdı. (Siz bütün bunları yapmaz mıydınız yoksa… tre ont) Bütün bu hazırlıklar uzuuunca bir zaman aldığından son dakika hazırlıkları, adı üzerinde hep son dakikaya kalırdı…

İşte misafirler gelmeye başladı… Ka-kara – ki-kiri ayaküstü sohbetler, kokteylvari geçen “krüditeler” o zamanlar sigara içmek mecburidir içmeyenler hakkında 69 (nedense 70 değil takıntıları var galiba) TL idari para cezası uygulanır kuralı geçerli olduğundan salonda kesif bir duman… (Yine hayret edilesi bir fark değil mi?) Eveet zaman masaya oturma zamanı, tüm hazırlıklar tamam, ev sahibesi masaya oturmadan mutfağa son bir uğruyor, (el va kontrole; si tu va byen u pa) lakerda: tamam, tarama: tamam… Kızım; ince ince kestiğimiz limonları koy taramanın üzerine, salatalar: tamam… İyi her şey yolunda… Salona doğru yol alırken “bon”a son bir hatırlatma; “kızım; 10 dakika sonra fırından balığı çıkart, ağzına maydanozları koy, salona getir ve servise başla…” Bonbon biraz şaşkın da olsa “tamam madamcım sen merak etme…” diye cevaplıyor. Ev sahibesi içi rahat, masadaki yerini alıyor… Hoş beş lakırdı derken sıra balığa geliyor, zaman da geçti, ben bu kıza 10 dakikada getirsin dediydim hâlbuki… “Kel horör”; hafif sitemkâr bir ses tonu ile “Hürrem; kızım balığı getirebilirsin” diye sesleniliyor içeriye… Hürrem geliyor, salondakilerde hafif bir kıkırdama ev sahibesi donup bakıyor, gördükleri karşısında kahkahayı basıyor: Hürrem’in elinde balığa ait kocaman bir servis tabağı, ağzında kocaman bir tutam maydanoz, yanaklar kıpkırmızı… Geldim hanımım…

Sevgiyle kalın, ‘feys bukta’, ‘twitirda’ durumunuzu sürekli belirtmeyi unutmayın yoksa evde kalırsınız alimallah…